Sıçrayarak uyandı uykusundan, kan ter içinde kalmıştı yine. Çocukluğundan beri tekrarlanan kabusu bölmüştü uykusunu. Ciddi bir böcek fobisi geliştirmesine neden olan bu kabus yüzünden çoğu gece aynı şeyi yaşıyor, sonra uzun süre uyuyamıyordu yeniden.
Her defasında kendisini önce rahat bir yatakta uyurken görüyor, sonra tavandan kocaman bir delik açılıp siyah, badem büyüklüğünde antenli böcekler cızır cızır tüm yatağın içine yağmur gibi dökülüyordu. Onların düşerken çıkardığı pıt pıt sesler bile tüylerini diken diken ediyordu aklına gelince. Çığlık atarak, kan ter içinde uyanıyor, gerilen bedenini yeniden uykuya ikna etmesi zorlaşıyordu. Bütün bedeninde böcekler geziyormuş gibi hisettiğinden çoğu zaman da bir kaşıntı krizine giriyordu.
Çocukluğunda yaşadıkları tek odalı, izbe evlerden kalan bir korkuydu bu, kalorifer dairesinden bozma, penceresiz ve karanlık o evlerde sürekli ortaya çıkıveren böceklerdi bunlar. Zavallı annesi ne yaparsa yapsın, her gün mutlaka bir kaç tane görüyor ve uyuduğunda zaten yere serilmiş döşeğine giriverecekler diye ödü kopuyordu. Bu yüzden her gece uyumadan yorganı güzelce her yanına sıkıştırıyor, en sonunda kafasını da yorganın altına sokup, zor nefes alarak uykuya dalıyordu. Işık almayan o evler, zaten buz gibi olduğundan sıcak sorun olmuyordu ama, gece farketmeden yorganı üzerinden kaçırmamak için gerilmekten sabah ağrılar içinde uyanıyordu. Tabi bu ağrılarda aslında pekte konforlu olmayan döşeğin de etkisi vardı ama, o zamanlar başka yatak bilmediğinden bu aklına gelmiyordu.
O evlerden artık kurtulmuş olsalar da, kabusları yakasını bir türlü bırakmıyordu. Gözleri uyumadan önce yerleri tarıyor, ortalıkta herhangi bir böcek olup olmadığını mutlaka kontrol ediyordu. Ev için o kadar titizleniyor ve ilaçlama yapıyordu ki, yakın arkadaşları bu kadar dezenfekte edilen bir ortamda böceklerin yaşamasının zaten mümkün olmadığını ama, onun nasıl yaşadığını anlayamadıklarını söylüyorlardı.
Her yeri ne kadar ilaçlasa ve dezenfekte etse de, yıllar zihnine yerleşen böcekleri dezenfekte etmesine izin vermiyordu işte, uyanıkken onlardan uzak durmayı başarsa da, uykuları böcek yağmuru ile çığlık çığlığa bölünüyordu çoğu gece.
Sadece bu yüzden bile evlenmeyi düşünmüyordu, uykusundan çığlık çığlığa uyanan bir adamla kim evlenmek isterdi ki zaten.
Arkadaşlarının zoruyla gittiği psikolog, tekrarlanan rüyaların kaygı ve endişeleri içerdiğini ve aslında onarıcı da bir etkisi olduğundan bahsetmişti. Sorunun ne olduğunu tesbit etmek için bu rüyayı neden gördüğünü düşünmeli ve onu serbest bırakmalıydı. Zaten böceklerle dolu bir evde büyümüştü, sorun buydu neyini tesbit etmesi gerektiğini anlamamıştı. Psikolog ona çocukluğunda onu etkileyen tek şeyim böcekler olmadığını, aynı dönemde yaşadığı diğer tüm tramvaların bilinçaltından ona böcekler olarak göründüğünü söylemişti. Onları serbest bırakmassa bu rüyaları görmeye devam edecekti.
Peki ama serbest bırakmakla neyi kastediyordu, rüyasında bir kapı açıp, böceklere “Hadi bakalım defolun rüyamdan sizi serbest bırakıyorum!” mu diyecekti yani?
O dönemdeki iş seyahatlerinin sıklığı yüzünden devam edemediği seanslar böylece nasıl serbest bırakacağını anlayamadan yarım kalmıştı. Sonrasında doktor onu bir kaç kez arasa da, uygun olduğu zamanlarda bile, nedense bahaneler bulmuş ve devam etmemişti.
Arkadaşı “Bence sen bundan kurtulmak istemiyorsun” dedi birlikte kahve içerlerken.
“Delirdin mi sen, uyku uyuyamıyorum doğru düşünemiyorum ve hayat giderek zorlaşıyor, nasıl kurtulmak istemem.”
“O halde neden seanslara devam etmiyorsun.”
“Çünkü gittiğim kadarı bir işime yaramadı.”
“Zaten üç kez gittin.”
Evet üç kez gitmişti ve bildikleri dışında bir yere varamamışlardı. Bu umut kırıcıydı doğrusu. Çocukluğunda yaşadığı bir tramvanın sonucuydu bu işte, neyi serbest bırakması gerekiyordu ki?
“Gitmeye devam etseydin, eminim bunu da öğrenirdin.” dedi arkadaşı.
“Tıpkı annemin babamla konuştuğu gibi konuşuyorsun!” diye tersledi arkadaşını.
Evlerinden eksik olmayan tek şey böcekler değildi aslında, yokluk anne ve babasını sevgi dolu insanlara çevirmiyordu. Zaman içinde biriken sıkıntılar ve borçlar yüzünden, ikisi de hoşgörülerini kaybetmişlerdi. Dışarıda hayatın zorluklarına karşı mücadele ederken, eğdikleti boyunlarını, evde birbirlerine karşı dik tutuyorlardı.
Kuyruklarını havaya dikmiş dar bir alanın içinde, birbirlerini sokmaya fırsat kollayan akrepler gibiydiler.
“Akrep!” dedi yüksek sesle, daldığı düşüncelerden sıyrılıp.
“Hayırdır artık uyanıkken de mi böcek görüyorsun?”
Yine annesi gibi konuşmuştu arkadaşı, cevap vermedi. “Akrep gibiydiler!” diye tekrarladı içinden. O yaşlarda bahçede bir çok kez görmüştü akrepleri, bir kere de kapının arkasına astığı kıyafetlerin üzerinde bulmuştu annesi bir tane.
“Cebinde akrep var senin ailenin zaten!” diye bağırdığını hatırlıyordu babasına, dedesinin durumu iyi olduğu halde, onlara hiç yardım etmiyor olduğuna içerliyordu belli ki.
Babası ailesine söz söylendi mi, hiç kontrol edemiyordu kendini. Haklılık ya da haksızlık önemli değildi, kimse onun ailesi hakkında konuşamazdı. Düğmesine basılmış gibi zehir dolu kuyruğunu hemen havaya kaldırıp saldırıya geçerdi.
Annesinin yediği dayakları duymamak içinde yorganın altına saklanırdı çoğu zaman, bir kaç kez babasını durdurmak için araya girdiğinde, o zehirli kuyruktan nasibini almıştı o da, çok yakıyordu gerçekten.
O güne değin çocukluğuna hep uzaktan baktığını farketti, öyle hatırlamak istemiyordu ki, zihninin en dipsiz köşesine hapsetmişti onları belki de.
Şimdi durduk yere, arkadaşının bir sözüyle ortaya çıkmıştı hepsi, başka şeyler düşünmek istese de olmuyordu.
Bu kez akrep zihninin içinde bırakıyordu sanki zehrini, yakıyordu yine ama zihnini değil yüreğini. Arkadaşının anlayamadığı bir telaşla kalktı masadan ve gitmesi gerektiğini söyleyip ayrıldı. Biraz daha kalırsa yüreğindeki acıdan gözlerinden yaşlar boşanacağını biliyordu.
Sahile doğru yürüdü hızlı adımlarla, bulduğu boş bir banka oturup denize baktı, gözyaşları denizie karışmak ister gibi indi yanaklarından.
Geçmişin karelerini izleyerek ne kadar oturdu orada bilmiyordu ama, gözuaşlarının tuzundan yanaklarının yanmaya başladığını hissetti. Cebindeki mendil paketini tüketmişti, akan burnunu sadece çekebiliyordu artık. Yine de yüreğindeki acının biraz dinmiş olduğunu farkedip derin bir nefes aldı.
“Bitti mi?” dedi yanından bir ses.
Kafasını hızla sese doğru çevirdi, banka birinin oturduğunu farketmemişti.
Yüzündeki kırışıkların içinde kaybolmuş iki kahverengi gözle karşılaştı, kadın elindeki mendil paketini uzatıyordu ona.
“Mendilim bitmişti teşekkür ederim” dedi burnunu çekerek aldı paketi.
“Mendili sormuyorum, zehir bitti mi, akıttın mı hepsini?”
Kafasının içindeki akrep benzetmesini nasıl anlayabildiğine şaşırmıştı bu yaşlı kadının, acaba ağlarken kendini kaybedip yüksek sesle mi düşünmüştü?
Şaşkın bakışlarını gören kadın devam etti “Ağlamak yüreğindeki zehiri akıtmaktır, sen de epey ağladın, artık bitmiştir herhalde?”
“Sanırım bitti, daha iyiyim sağolun.” dedi mahçup bir sesle, tanımadığı birinin bu anlara şahit olmasından utanmıştı.
“E hadi o zaman kalanı da teşekkür et, serbest bırak bitsin bu iş”
“Neye teşekkür edeyim anlamadım.”
“E bunca zaman sana yoldaşlık etmiş bu zehit belli ki, aka aka bitmedi. Şimdi artık yolları ayırmanın zamanı değil mi?”
“Nasıl yapacağım bunu?”
“İçinde ne sıkıntı varsa, şuraya denize doğru gittiğini hayal edeceksin, hayatın sana bu sıkıntıyla öğrettiklerine teşekkür edeceksin, sıkıntıyı veren kimse onu da kendimi de affediyorum deyip derin bir nefes alıp oh be diye bırakacaksın. Baktın ilk seferde olmuyo, ağlayıp duracağına bunu tekrarlayacaksın.”
“O zaman bitecek mi? Yani serbest bıraköa dedikleri bu kadar mı?”
“Bu kadar tabi sen ne sanmıştın? Ha tabi sen bu zehiri seviyor, onu yeniden yeniden yaşamayı seviyorsan o ayrı? Yarısını akıttın ziyan oldu, kalanı sakla kendine.”
“Hayır, kurtulmak istiyorum!”
“E hadi başla!”
Başını çevirip denize baktı, kadın onu dikkatle izlerken huzursuz olduğunu hissetti, belki anlar diye dönüp ona baktı yeniden.
“Oğlum ağlamaya utanmadın da iki çidt lafı söylemeye mi utanıyorsun şimdi, hadi söyle!”
Doğru söylüyordu, kararlılıkla yeniden denize baktı, kafasını toplamaya çalıştı, olmadı, yeniden kadına döndü “Ne söylecektim?”
Yaşlı kadın kenarları yol yol olmuş dudaklarının kırışıklarını gererek gülümsedi ve tekrarladı yeniden, tam da böyle söylemene gerek yok, sen istediğin gibi niyetlen, affet, teşekkür et, yolla gitsin.
“Yükses sesle mi söylemem lazım?”
“Yo nası istiyorsan öyle yap!”
Denize döndü, gözlerini kapadı kadının söylediklerini hatırlamaya çalışarak tekrarladı. Bekledi, değişem bir şey olmamıştı, “Ah nefesi unuttum!” diyerek baştan başladı. Beşinci tekrardan sonra kendini daha hafif hissetmeye başlamıştı. Hoşuna gitti, devam etti. Tekrarladı, tekrarladı nefesini “oh be!” diye bıraktı her seferinde. Sonunda vücuduna tatlı bir yorgunluk çökünce açtı gözlerini, bedenindeki bütün kasların gevşediğini hissedebiliyordu.
Uzun zamandır böyle rahat ve sakin hissetmemişti. Hemen dönüp kadına teşekkür etmesi gerektiğini düşündü ama, kadın çoktan gitmişti bile. Yine de teşekkür etti içinden, gerinerek banktan doğruldu, denize bakarak derin bir nefes aldı ve denize doğru “Oh be!” diye bağırdı.
Bunun nasıl olduğunu anlamamıştı ama o gece ve sonraki geceler uykularını böcekler bölmedi. Yanından kalkıp gittiği arkadaşından özür dilemek için aradığında tüm bu olanları ona da anlattı.
“Evren sana cevap vermiş.” dedi arkadaşı. Garip bir çocuktu zaten her zaman ama bu defa ne demek istediğini anlamıştı.
Hikayelerinizi severek okuyorum teşekkür ederim unuttugum kitap okumayı yeniden kazandım tabiiki sayenizde yüreginize elinize sağlık
BeğenBeğen
Okumaya başladığımdan kendimi alamıyorum bir solukta okudum harikasin
BeğenLiked by 1 kişi