Umut insanın kontrol edebildiği bir şey değildi, akıl umutlanmasa, yürek umutlanıyordu çünkü. Kaçıncı kez aklın kurduğu hayaller yıkılsa bile, yürek inatla devam ediyordu yoluna, akılla işi yoktu onun. Akılla sevilmezdi ki zaten, yürekle sevilirdi. Yürek de sevmeyecekse ne özelliği kalırdı geriye.
İşte yine içinde yükselen dalgalar vuruyordu göğsüne, yüreği göğüs duvarını aşıp gitmek istiyordu sevdiğine. Elini göğsüne koydu onu sakinleştirmek ister gibi, bunca zaman gelmeyen doğru “an”ın şimdi olduğunı ne biliyordu o. Biraz sakin olması gerekiyordu.
Şu “doğru an” düşüncesine nereden kapılmıştı bilmiyordu, sevmenin “doğru an”ı mı olurdu, sevince severdi insan sonuna kadar ama, işte o şüphe denilen kemirgen doğru an gelmeden atılan adımın tüm umutların sonu olacağımı fısıldayıp duruyordu.
Güvensizlik kendine mi, sevdiğine mi bilmiyordu. Hani çok istemekten neyi istediğini unutur insan, sadece ister ya, artık ona dönmüş olabileceğini düşünüyordu durumunun.
İstediği şeyin bir önemi yoktu, istemesinin önemi vardı sadece. İstemeyi seviyordu belki de o çoğu insan gibi. Almayı sevmiyordu. Çok istenilen alındığında, istanildiği kadar değerli olmuyordu çünkü.
O kadar uzun zamandır istiyordu ki o, neredeyse ne istediğini, kimi istediğini unutacaktı.
İstenilen şeyi serbest bırakması gerektiğini yazıyordu bir makalede, çok istedikçe onu itiyormuş insanlar. Oysa öyle bir zarf atıp geri çekilince, kendiliğinden geliyormuş zaten. Denememiş değildi aslında, istediğini unutacak zamanları da olmuştu, ama hiç gelen giden olmamıştı nedense.
Yüreği yine dev dalgalarla vurmaya başlamıştı. Derin bir nefes alıp fırtınayı bastırmayı denedi. Şımarık bir çocuk gibi, aramasını, hiç olmadı mesaj yazmasını istiyordu. O da seni özlemiştir muhakkak diyen martılar yolluyordu yüreği, bir de çığlık çığlığa dönüp duruyorlardı içinde.
O pek sevmediği arkadaşının evine gittiğini hatırladı birden. Aklı yüreğine sert bir mürebbiye gibi susmasını söyledi. Ne işi vardı orada, gitmeyi biliyordu demek isteyince. İstese ona da gelir, hiç yoktan iki satır mesaj yazardı. O fotoğraflara ne demeliydi peki? “Bir fincan kahve içelim” desin diye beklediği, olur olmaz zamanlarda içiyordu kahvesini başkalarıyla.
Sustu yüreğinin dalgaları, küskün bir köpek yavrusu gibi eğip başını döndü göğüs kafesine, kıvrılıp çevirdi arkasını.
Gerçek buydu ama, öyle coşup taşmakla olmuyordu. Engel neydi bir kaç harfe, bir selama ya da bir kahveye.
Biliyordu, yüreği küse küse sevmeyi unutucaktı sonunda. Aklının otoritesine boyun eğmekten sonunda kendini bile unutacaktı.
“Acı çekeceğiz!” yoksa dedi onu teselli etmek ister gibi, ses vermedi yüreği. Şimdi göğsünün ortasında tek hisettiği ağır bir külçeydi.
Yine de telefonunu eline alıp bir mesaj var mı diye baktı, yüreğini bu kadar üzmeyi istemiyordu o da. Yoktu. “Gördün mü?” dedi fısıldayarak, “Gönül pencerene güller bırakacak birisi değil o!”
Eskiden biraz öyle gibiydi, ama bekledikçe değişmişti sanki ya da o başlangıçta yüreğinin gözlerine kandığından öyle sanmıştı kim bilir.
Yüreği sevmeyi kendi gibi bilecek birini istiyordu, çarptığı o insanın öyle olup olmadığını bilecek olansa aklıydı. Onu her çarptığının peşine yollasa hepsi zarar görecekti.
“Aklının işbirliği peşinde, daima mutsuz bekleyeceksin!” diye hırladı yüreği.
Akıl sustu bu defa. Kim bilir belki de gerçekten öyleydi.