Can ile Canan fakir mahallelerin birinde, fakir bir ailenin çocuklarıydı. Can dokuz, Canan ise sekiz yaşındaydı ama aile okula birlikte gidip gelsinler, ikisine ayrı kitaplar alınmak zorunda kalınmasın diye okula birlikte yazdırmışlardı. Dolayısıyla da iki kardeş hem aynı evde yaşıyor, hem de aynı sınıfta okuyorlardı. Babaları Mustafa bey çok çalışkan bir adamdı, elinden her iş gelirdi ancak pek şanslı değildi. Yıllardır ailesine bakabilmek için bulduğu her işte çalışıyordu. Bahçıvanlık yapıyor, inşaatlara çalışıyor, tamirat işlerine gidiyor eline hangi fırsat geçerse ona koşuyordu. Mustafa beyin eşi Aliye hanım da tıpkı kocası gibi çalışkan bir kadındı ama bir kaç yıldır dizlerinde yaşadığı problemden dolayı artık sadece evden bir şeyler yapıp, aile bütçesine katkı sağlıyordu. Ailesinden öğrendiği mayalı hamur işlerini herkes çok beğendiği için bir kaç yerle anlaşmış, onlara pişi, etli ekmek, çiğ börek gibi bir çok çeşit hazırlıyordu. Can ile Canan’ın üzeri sürekli evde pişip, yağda kızaran bu yiyeceklerden koktuğu için okuldaki arkadaşları onların hep güzel şeyler yediklerine inanıyorlardı. Oysa annesinin pişirdiklerinin tüm malzemesi o iş yerlerinden geldiği için ne Aliye hanım ne de ailenin diğer fertleri ellerini sürmüyordu. Kendi kazandıkları paralarla nadiren de olsa anneleri Can ve Canan’a da mayalı hamurlardan veriyordu ama içlerine bir şey koyamıyordu maalesef.
Bunca yokluk ve eksiklik içinde bütün aile üyeleri çok mutluydu. Bunda Aliye hanımın hayal gücünün büyük etkisi vardı. Mustafa bey de karısının bu özelliğine aşıktı. Her ne olursa olsun Aliye hanım onları bambaşka bir hayat yaşadıklarına ikna ediyor ve eksikleri görüp, odaklanmalarına asla izin vermiyordu. Örneğin Can ve Canan’ın sınıfındaki bütün çocuklar okula beslenme olarak türlü yiyecekler getirirlerken, Can ve Canan sadece yağlı veya salçalı ekmek götürebiliyorlardı. Aliye hanım çocukların ekmeklerini gülümseyerek hazırlayıp, çantalarına koyduktan sonra onlara “Ekmeğinizi mutlaka uzakta bir yerde durarak yiyin ki, böyle güzel şeylere sahip olamayan çocuklar görüp, üzülmesiler!” diye tembihliyor. Can ve Canan’da annelerinin sözünden hiç çıkmadıkları için ekmeklerini diğer çocuklardan gizli yerken, onların yediği güzel şeyleri de görmüyorlardı. Kendi aralarında ne kadar şanlı olduklarını konuşarak, kıkırdıyorlar ve dudaklarının etrafında kalan her parçayı da yalayarak karınlarını doyuruyorlardı. Sürekli ekmek yedikleri için biraz da tombuldular. Diğer çocuklar onların evde pişen ve sınıfta kokan o güzel hamurları yediklerini sandıkları için tombulluklarını ekmeğe değil, mayalı hamurlara bağlıyorlardı.
İkisinin birden tek kitaptan dersi takip ediyor olmaları da kimsenin dikkatini çekmiyordu. Aynı evde yaşayan iki kişinin tek bir kitaba sahip olması gayet normaldi. Bazen diğer çocuklar birbirlerinin evlerine gittiklerinde Can ve Canan’da onları kendi evlerine davet etmek istiyorlardı ama anneleri yine aynı şekilde onların tek odalı evlerini gördüklerinde diğer çocukların kıskanıp, üzüleceklerini bu yüzden de gelmeyip, kendi evlerini en güzel sanmaya devam etmelerinin daha iyi olacağını söylüyordu.
Aliye hanım iki çocuğu hayal gücü sayesinde bir hayal dünyasında zenginlik içine yaşatırken, Mustafa bey de elinden geldiğince onlara masal anlatıyordu. Aslında bildiği öyle çok masal yoktu. Karısı kadar da iyi bir hayal gücü yoktu ama yine de çocuklar ondan bir şeyler dinlemeyi sevdikleri için değiştirip, değiştirip bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Çocuklar babalarının anlattıkları içinde en çok “Alaaddin ve Sihirli Lambası” masalını sevmişlerdi. Onlar için dilek dilenen bir lamba olması ve o lambanın içinde yaşayan bir cin olması çok etkileyici bir durumdu. Masalı ilk duydukları günden beri annelerinden aldıkları hayal güçleri ile her gece bir lambaları olduğunu hayal ediyor ve içinde yaşayan cinden dileklerini diliyorlardı. Anneleri onlara diğer çocuklarda olmayıp onlarda olanlardan bahsedince de, onların da bu güzel şeylere sahip olmaları için hayali lambalarından ricacı oluyorlardı. Bir süre sonra evde konuşulan ve anlatılan tek masal “Alaaddin ve Sihirli Lambası” haline gelmişti.
Penceresiz, küçük bir odanın içinde, pişen mayalı hamur kokuları içinde yaşayan bu dört insan her akşam bir masalın içine düştüklerini hissediyorlar ve mutluluk içinde uykuya dalıyorlardı. Dışarıdan bakıldığında neredeyse hiç bir şeyleri yoktu ve karınlarını zor doyuruyorlardı. İnsanlar onların bu tuhaf mutlu hallerine bir anlam veremiyordu.
Ramazan ayı geldiğinde Aliye hanım ve Mustafa bey mutlaka oruç tutarlardı. Can ve Canan daha küçük olduklarından onların sadece yarım gün oruç tutmalarına izin vardı. Aliye hanım zaten sağlıklı besleyemediği çocuklarının okulda da bütün gün aç durarak hasta olmalarını istemiyordu.
Öğretmen o gün çocukların oruç tutmadıklarını bildiği için herkesin ertesi gün gelirken birer elma getirmesini istemişti. Can ile Canan’da eve gelir gelmez annelerine öğretmenin elma istediğini söylemişlerdi. Mevsim meyvelerini öğreniyorlardı ve herkes elmaları severdi. Evlerine giren parayla, ancak çok temel şeyleri alabildikleri için uzun zamandır meyve almıyorlardı. Mustafa bey bir süredir beli ağrıdığı ve Ramazan olduğundan yarım günlük işlere gidebiliyordu. Çocuklar geldiğinde evde olduğundan öğretmenin elma istediğini duyunca karısı ile göz göze geldi ama bir şey demedi. Can ile Canan bir köşeye çekilip, öğretmenin verdiği ödevleri yapmaya başlayınca Aliye hanım kocasına, “Bir yerlerden iki elma bulmak lazım!” dedi fısıldayarak. Mustafa bey ceplerini kontrol etti ama ancak akşama ekmek alacak kadar parası çıktı. Yine de karısının canını sıkmamak için “Ben hallederim sen merak etme!” dedi gülümseyerek.
“Belin iyi değil, bu gün gitme istersen!” dedi Aliye hanım ama çalışmadan bu güzel ailenin karnı doymadığından Mustafa bey “İyiyim merak etme!” dedi karısını alnından öpüp ve düşünceli düşünceli çıktı evden. O gün öğleden sonra bir inşaatta izinli olan bir işçinin yerine amelelik yapacaktı. Oradan alacağı yarım yevmiye ile gidip elma alsa ekmeğin yanına alabileceği sebzeden vazgeçmesi gerekiyordu. Her şey o kadar çok pahalanmıştı ki artık ailesine bakmakta daha da zorlanıyordu. Bu kadar çalışmanın sonucu hem kendisinin hem de karısının oluşan sağlık sorunları da cabasıydı. Yine de Aliye hanımın ona öğrettiği her şeyi her şeyden bir mutluluk çıkarma oyununu oynamaya karar verdi ve çalışacağı inşaata yürürken, etrafındaki bahçelere, ağaçlara, gökyüzünde uçan kuşlara ve yolun hakimi gibi sağa sola uzanmış köpeklere bakmaya başladı. Biraz daha yürüyünce kurulan pazar gözüne takıldı. Pazara girip elma alacak parası yoktu ama dönüşte pazar toplanmaya başlayınca belki dökülenlerden bir kaç şey bulabileceğini düşündü. En azından daha ucuza kalanlardan alma şansı olurdu belki. Karısının oyununu oynayıp, moralini daha fazla bozmadığına sevinerek inşaata yürümeye devam etti. Ağrıyan beline rağmen izinli olan amelenin o gün yapması gereken tüm işi yaptı. Usta başı amelenin ertesi gün de gelemeyeceğini o yüzden Mustafa beyin ertesi gün de gelmesini istediğini söyleyince de hemen “Tamam!” dedi. En azından ertesi gün için yapacak iş aramasına gerek olmayacaktı.
Hava kararmaya dönüp, iş paydos edilince diğer ameleler gibi yevmiyesini almak için ustabaşının yanına gitti. Ustabaşı onun yarın da gelmesini garanti etmek istiyordu. Çoğu zaman böyle yarım gün gelen ameleler ertesi gün söz de verseler daha iyi yevmiyeli bir iş bulurlarsa gelmeyip, işi aksatıyorlardı. O yüzden Mustafa beye ödemeyi yarın gün sonunda yapabileceğini söyledi. Patronun emri böyleydi.
(devam edecek)