Kazara bir yaşam – Bölüm 12

“Gül dedi ki: ‘Benim yüzüm kadar güzel bir başka yüz olmadığı halde gül suyu çıkaranların bana çektirdikleri azap nedendir? Bir bilsem…’ Bülbül kendi terennüm lisânıyla şu cevabı verdi: ‘Dünyada bir gün güldüğü için bir yıl azap çekmiyen kim vardır?'”- Ömer Hayyam

İlk gelişindeki hevesi kalmamıştı zaten fotoğraf çekmeye, istediği fırsatlar da oluşmamıştı. Bir iki poz daha çektikten sonra vazgeçti bu sevdadan. Bu köy insanın umutlarını yutuyordu sanki, geleceğe dönük ne varsa içinde kurutuyordu. Bilge nasıl olmuşta burada sağ kalmıştı bu insanların arasında şaşırıyordu Mesut. Boşuna köyün bunca dışında oturmuyordu belki. Belki bu köyün uğursuz sınırıydı orası. Bir gazeteci arkadaşından duyduğu lanetli köy hikayeleri doluştu bu kez aklına, ürperdi. Bu hikayelerin hepsinde, cinler, kötücül ruhlar veya benzerleri vardı. Oysa Bayide’de bunların hiç birine rastlanmıyordu.

“Kötü roller doğrudan insanlara verilmiş çünkü!” dedi elinde olmadan. Şu Sultan cadısı bile başlı başına bir hikayeydi burada. Toprağa bir tane tohum ekmeyen elleri, köylünün yüreğine durmadan nifak tohumları serpeliyor, onun filizlenip meyve vermesini izlemekle de büyük keyif duyuyordu. Sözleri bu nifak tohumlarını besleyen kötü özlü bir su gibi dal budak salıyordu herkesin içinde. Öyle sıkı tutunuyordu ki insanların iliğine kemiğine üzerine bir tohum, bir söz daha atınca artık ayrılmaz oluyordu içlerinden, Sultan’ın iyilik üretmemeye yemin etmiş suretine dönüşüyordu hepsi.

Gül tüm bu kötülüğün içine her nasıl olmuşsa düşmüş bir çiçek tohumuydu bu hikayede, adını da kaderi belirlemişti belli ki. Azap’ın ise adı kaderi belirlemişti sanki. Gül’den doğma Azap vardı bu köyde, hayatın bir şakasıydı belkide tüm bunlar, adı Mesut olan bir gence denk gelmişti Gül’ün Azap’ı. Bilge’yi dinlese ikinci kez bu köyde olmayacaktı o Mesut kişi belki.

Köyün antik kuntik şenliklerinden birinde, meydanda herkes kendi halindeyken Mesut’un zihni bir hikayeyi fotoğraflamaya başlamıştı. Öyle ayakta gözleri baktığından çok uzaklarda duruyordu. Belki de boşa değildi bu köye gelişi, belki de çekmesi gereken bir fotoğraf değil, yazması gereken bir fotoğraftı bu köy. Bayide’nin fotoğrafı isimli bir hikaye yazabilirdi. Köyün adını saklı tutabilirdi de tabi. Bu insanların hangisi herhangi bir yerde yayınlanmış bir hikayeyi bilecekte kendilerine yontacaktı.

Kelimelerle milyonların hayalinde canlanan silüetleri ile bedenlerinin asla varamayacakları kadar uzaklara gidecekler ama bihaber bu uğursuz çemberin içinde tükenmeye devam edeceklerdi. Mesut’un gazetecilik hevesinin temelinde fotoğrafçılık değil, kelimelerin zihninde dansetmesini sevmesi yatıyordu zaten. Bu köye gelip bu Azap’ı çekmesi boşa değildi mutlaka, tam şimdi omuzuna yediği yumruklardan sonra aydınlandığını hissediyordu. Sultan’ın dayağı, Bilge’nin azarı değil, köylünün şamarı aydınlatmıştı onu.

Nehir bile köyden uzakta akıyordu, toprak çamurdan dönmüyor, yeşili tutmuyordu insanların ayak değdirdiği yerlerde. Eski hikayelerde medeniyetten geleni tanrı ilan edip, sonra bir yandan tanrının yaratacağı Azap’tan korkarken, bir yandan onu alaşağı etmenin yollarını arayan insanlar gibiydiler hepsi. Bilge bu çamura bulanmış insanlardan bir cevher yaratmak istemişti Azap’ıyla. Köylü bu cevheri çamura bulamıştı ilk fırsatta, yine de Mesut bir yol açılmış, köylünün çamurunda boğulmaktan kurtulmuştu cevher. Bir Gül’ün göz yaşı olarak çamura düşmüş, Bilge’nin sözleriyle cevhere dönmüştü. Ertesi gün köyden ayrılana kadar durmadı Mesut’un zihni, binbir farklı cümle ile hikayeyi yazdı durdu zihninde. Ayrılırken her baktığı yüzde, her duyduğu sözde bir hikaye buldu kendi kendine. Nasıl geçtiğini bile anlamadan yine Azap ile otobüste geldi kendine.

“İyi misin?” diyordu kız. Bir anda dünya ile bağını kopardığını farketmiş ama onun olur olmaz geri tepmelerinden korktuğu için köyde soramamıştı. Hem Sultan hem Mesut’un terslikleri annesi için yüreği acırken kaldırabileceği yük değildi.

“Azap inanılmaz bir şey oldu!” dedi Mesut kızın beklemediği bir heyecan ve mutlulukla.

Azap’ın aklına büyükananın oğlana zehirli mantar yedirmiş olabileceği geldi. Son yirmidört saattir hülyalı gezmelerin ardından bu gözleri ışıldayarak konuşmaya başlayan adam ancak zehirli mantar yemiş bir Mesut olabilirdi. Aylardır tanıdığı ve her baktığında canını yakan ters, mutsuz ve onu sürekli aşağılayan adam olamazdı.

Azap’ın endişeli yüzüne bir anlam veremedi Mesut, “Hikaye yapacağım sizi! Göreceksin çok güzel olacak!”

Azap bu cümlenin içinde sevinci aradı ama bulamadı.

“Bilge, annen, sen ve köylüler hakkında bir hikaye yazacağım! Bunu nasıl daha önce düşünemedim. Bana yarım etmen gerekebilir ama!”

“Olur ederim!” dedi Azap, başını camdan dışarı çevirdi yeniden. Annesinin onunla gelip bu hikayeyi sona erdirme şansı varken, Sultan için köyde kalmış olmasını içine sindiremiyordu bir türlü. Büyükanasından nefret etmiyordu her şeye rağmen ama annesinin ona olan borcunu en ağır bedellerle ödediğine inanıyordu. Köylü kimsesiz çocukları sahiplendiği gibi sahiplenirdi Sultan’ı. Sultan’ı Gül’ü sahiplendiği gibi olsa da, aç açıkta kalmazdı en azından. Kalan ömründe biraz güçten düşerdi en fazla. Sultan ile anasını yanyana koyunca aslında büyükanasının ne olacağını çokda dert etmediğini farketti içinde. Annesinin Sultan’a değilde Recep dedeye vicdan borcu ödediğini düşündü sonra.

Azap kendi gerçek hikayesi, Mesut zihnindeki hikayesi ile meşgul eve döndüler yeniden. Azap’ın gözlerindeki hüznü hemen farketti evdekiler. Mesut’u sıkıştırdılar ama onlara köyde evlendiklerinden hiç bahsetmedikleri için Mesut’da bilmediğini söyleyip geçiştirdi. Gündüzleri işe gidip , geceleri hikayeyi yazmaya başlamıştı zaten. Ayfer onda görmediği bu heyecandan etkilenmiş kocasının nasıl kendini vererek çalıştığını anlatıyordu geceleri.

Mesut zihnindekileri hikayeye döktükçe gerçekte yaşadıkları derinleşiyordu sanki, nehrin kenarındaki eski evin dili çözülmüş, bağrını değer gibi aldığını oradan oraya fırlatmasının hesabın soruyordu şimdi sanki. Çekip aldığı o örtüler, ellerinin çamurunu sildiği o yıkanmış çamaşırların sahipleri, köy aklında kalanlardan daha başka bir hâl alıyordu tamamen.

Köyde hor gördüğü çamurun dizini iyileştirmesini düşündü bir süre, hep kir saydığı çamur hikayenin içinde Azap’ın sözleri ile şifacıya dönüştü. Bilge’nin kendi ruhundaki yaraları onarmak, zamanında içinde beslediği kötülükleri yok etmek için bu köydeki karanlıkla savaştığını anladı. Amcasını arayıp Bilge hakkında biraz bilgi istedikten sonra ortaya döküldü bunların hepsi. Hayatın içine dahil olmayan insan hikayeleri, Mesut’un hikayesinin içinde harmanlanıp, görünenin ötesinde bir yerlere doğru ilerledi. En çokta Mesut’u sığ bir kuyuya çeviren, yaşadığı, gördüğü her şeyin yüreğine inmeden zihin ve ağzı arasında kalmışlığı kırıldı, hikayeye can vereyim derken kendi yüreğine indiğini anladı. Kendi canından vermeden can verilmezdi ki. Hayranlık uyandıran her eserde görünen bu değil miydi zaten. Dünyaya getirilen bir canda kendi canından bir parça verildiği gibi, ortaya çıkan her eser de dile gelemese de yaratıcısından bir parça can alırdı.

Mesut kendi yüreğini ve içini keşfettiği dünyadan uzak tuhaf bir yolculuğa daldı bu hikayeyle. Ayfer başta onun heyecanından etkilenirken, sonra sonra kocasının bir rüya aleminde ondan uzak yaşamasından acı duymaya başladı. Evdeki herkes Mesut’ın köyden geldikten sonra yaşadığı değişime bir anlam vermeye çalışıyordu.

Azap kendini herşeyden çok vermişti derslerine, Mesut bir köşede yüreğinin yarattığı yeni evreninde dolaşırken, o da annesini kurtarmak için elindeki tek koza oynuyordu bütün enerjisini. Sonunda emeğini boşa çıkarmayan müjde geldi. Sınavı oldukça yüksek bir puanla kazandı.

(devam edecek)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s