Azap bastırılmış ve güdülmüş kimliğinden sıyırılıp neşeyle zıplayamıyorken, evdeki bütün kadınlar onun yerine zıplıyor ve çığlık atıyordu sınav sonucu geldiğinde. Azap’ın başarısı bir kadının başarısıydı, her şeyini alsanızda azmini, yüreğini söküp alamıyordunuz işte içinden. Her birinin aklında başka bir sıfatla yüceliyordu Azap. Kendi içinde ise sadece annesi vardı. Biliyordu üniversite okurken çalışıp para kazananları. Hedefine koyduğuna ulaşmadan talep etmemişti çalışmayı ama şimdi artık hem çalışıp, hem okuyacak, sonra da kendi evini kurup, annesini yanına alacaktı.
Mesut köyde annesini köyden hemen alma fikrini aklına soktuğundan beri kıvranıyordu zaten. Gül’ün olmaz demesiyle derinlere inen bu hançeri çekip çıkarmak için şimdi fırsatı olacaktı. Evdekiler kutlamak için ne yapsak derdinde düşünürken, “İşe gireyim ben artık!” dedi.
“Kızım ne işi şimdi, bak kazanmak değil sadece , bir de bitirmen lazım okulunu. Hem daha tercih yapıp seçmedin bile okuyacağın bölümü?” dedi Füsun şaşkın şaşkın.
“Ben öğretmen olacağım. Bilge gibi. Onun beni eğittiği gibi unutulmuş yerlerdeki çocukları bulacağım. Hikayelerini değiştireceğim!” dedi Azap gözleri parlayarak.
“Aferin kız sana!” dedi Yelda gözleri dolarak, “Olursun sen! Hem de nasıl güzel bir öğretmen olursun! Dersi değil, hayatı da öğretirsin, azmi de! İnşallah benim kızım da senin gibi olur ileride!”
“Ben zaten Azap ablam gibi olacağım anneciğim sen merak etme!” dedi Hülya gülerek.
Azap’ta çocuğa gülümsedi. Hülya o eve geldiğinden beri bir başka olmuştu gerçekten. Önceleri annesi ile arası iyi değildi. Babasından ayrıldığı için kızgındı biraz. Babasının annesi yüzünden onları bıraktığını düşünüyordu. Azap ile aynı odada kalmaya başladıktan sonra geceleri tek ağlayan Azap olmadı. Hülya’da annesine, anneannesine ve diğerlerine anlatamadıklarını anlattı ona. Azap’ta kendi annesini anlattı. Hülya Azap ile konuştukça herşeyi kendi için düşündüğünü anladı. Sadece kendi penceresinden bakıp, kendi istediği gibi yaşasınlar istiyordu anne ve babası. Onların kendin duyguları, hayatları yokmuş gibi davranıyordu. Azap’ın annesini ve annesi için yapmaya çabaladıklarını dinleyince düşünmeye başladı aklında kalanları. Düşündükçe onun bakınca anlayamayacağı, o farketmeden yaşanılanları anladı. Annesinin anneannesine anlattıkları can buldu gözlerinde. Kendi şahit olduklarıyla onları üst üste koyunca annesinin haklı olup olmamasının değil, mutlu olup olmamasının önemli olduğunu anladı. Azap annesinin yaşadıklarına rağmen başına gelenleri yargılamıyordu. Oysa şehirde bile zor kabul edilir bir şey yaşamıştı kadın. Azap annesinin mutlu olması için uğraşıyordu. Haklı olması için değil. Ortada bir mutsuzluk varken, haklı olmak ya da olmamak bir şeyi değiştirmiyordu çoğu zaman. Haklı da, haksız da mutsuz olduktan sonra ne önemi vardı ki bunun.
“Kimse haklı olmak için gelmez dünyaya! Herkes mutlu olmak için gelir!” demişti Azap bir gece. Bilge’den duyduğu bir cümleydi bu. Kendisi çok beğendiği için Hülya’ya da öğretmek istemişti. Bilge’nin ona ektiği tohumların filizlendiğini hissediyordu Hülya’ya aktarırken. Hülya’da meyve verecekti belki onlar. Azap tohumları Bayide isimli bir köyden getirip, uzaklarda kaybolmuş başka çocukların yüreklerine ekecekti. Bilge’den öğrenirken değil, Hülya’ya öğretirken anlamıştı bir çocuğa öğretmenin ne demek olduğunu, bir çocuğu eğitmek bir gelecek yaratmak demekti. Bir gelecek yaratmak ise bin mutluluk üretirdi. Eksik kalan çocuk tarafı Hülya ile büyüyordu bu evde. Onunla bebek oynuyor, evciliğe dahil oluyordu. Hiç oynamamıştı çocukken. Hiç böyle bebekleri olmamıştı. Annesi büyükananın ona verdiği düz tülbentlerden birini dörde katlamış orta yerinden bir ip parçası ile bağlamıştı. Sonra büzülen yerine otlardan saç takmışlar. Beyaz elbiseli bir peri kızı yapmışlardı beraber. Ahırdan perisiyle eve dönünce, Sultan alıp dağıtmıştı otu, çöpü kafasından. İpini de koparıp, “Başın bağlansın diye bu! Oyun edesin diye değil!” diye azarlamıştı Azap’ı.
Çok ağlayınca annesi başka bir tane daha yapmış ama bu kez Sultan’dan saklamışlardı peri kızını. Samanların içinde ahırda bırakmıştı Azap eve girerken. Gizli gizli sevmişti gidip annesinin göğsüne dayanıp.
“Yani sen şimdi annenin sesini hiç duymadın mı?” demişti Hülya hayretle.
“Yok duymadım! Söz verdin bunu kimseye anlatmayacaksın evde!”
“Anlatmayacağım tamam! Annen seninle yanlızken de mi hiç konuşmadı?”
“Yalvardım ama konuşmadı işte!”
“Ne kötüymüş senin bu büyükanan! Onu sakın bu eve getirme!”
“Ne kötüymüş sahiden!” diye tekrarladı Azap kızın ardından sayıklar gibi. Sultan, annesi ve diğerleri ve tabi Bilge dışında insan bilmeyince dünyanın o kadar, insanın da böyle olduğunu düşünmüştü her yerde. Sultan köyün normaliydi buraya gelene kadar. Kim olsa onun yaptığını yapardı sanıyordu Azap. Köydeki herkesin Sultan’a dönüştüğünü, onun aslında sadece mutsuz ederek mutlu olduğunu Hülya’ya anlatırken farketmişti. Farketmişti çünkü bu evin en büyüğü Mukadder hanımın Sultan gibi olmasını beklerken tam tersi bir durum ile karşılaşmıştı. Kadıncağız ondan iş istemek bir yana, dersini çalışıp, sınavını kazansın diye hizmet bile etmişti. Kendi onca çocuğu, kocası, damadı, torunu, erkek kardeşi varken bir de Azap’a kol kanat germişti. Sultan köyde herkesin anası olmayı başarsaydı, Bilge’nin ektiği tohumlarla kim bilir nasıl bir köy yaşanırdı diye düşündü elinde olmadan. Sultan’ın ağzından çıkan eşik geçemez cezasını tüm köy birlikte uygulamıştı annesine. Biri de çıkıp sahip çıkmamıştı. Sultan’ın ağzından çıkanı kanun bellemişlerdi. Vicdanları ezilmemiş, kadıncağızın kendi sesini unutarak bir ahırda hayvanlarla bir yaşamasını reva görmüşlerdi.
Köyün ilüzyonu sınılarını aştıktan sonra bozuluyordu. İnsan zihni sahip olduğundan başkasını görüp öğrenince, o ana kadar oluşturduğu tüm hissiyatı ve düşünceyi yeniliyor, gördüğünden başkasını görmeye başlıyordu. Eğer köyden hiç çıkmamış olsaydı, olağan köy günlerinde yaş alacak ve hiç bir zaman olanları yargılayıp, yadırgamayacaktı. Oysa artık dönülmez şekilde değişmişti hissettikleri. Köye dönüp anası ile eşikten atlama hayali, anasını da alıp köyden kaçıp kurtulmaya evrilmişti.
İçeriki odada Mesut’un zihninden kağıda dökülenler, ortak paydada buluşuyorlardı gecenin içinde. Ne Azap, ne de Mesut bilmiyordu henüz bunu. Köyü tüm ömrünce yaşayanı ile köyü bir kaç gün görün anlatanın aynı noktaya varması bazı şeylerin ne kadar kolay düzelebileceğinin kanıtıydı oysa. Farketmek, görmek gerekti sadece.
“Bakış açısı her şeyi değiştirir Azap, bir insan değişirse dünya değişir!” diyordu Bilge. Azap ilk kez kulaklarından giren bu cümlenin beyninde anlam kazandığını farkediyordu. Duymak, okumak, hatta anlamak yetmiyordu demek sadece. Anlamlandırmak, kavramakta gerekiyordu. Öğretmenlik yapacağı zaman hepsini hatırlayacaktı bunların. Bilge’nin ne kadar iyi bir eğitici olduğunu hiç unutmayacaktı. Tüm bu sözlere köyde uyanması mümkün değildi belki, bu yüzden hayatını kökten değiştiren Mesut’u ve bu aileyi de hiç unutmayacaktı.
Sınav sonucu gelip tercihinide yaptıktan sonra okul açılana kadar yapacağı bir şey kalmamıştı. İşe gireyim ısrarları sonuçsuz kalınca “Köye döneyim!” dedi. Hem bir yıl neredeyse dolmuş, hem de sınavı kazamıştı. Sultan’ın annesini mahkum ettiği ahırdan çıkarmaya gidecekti. Zaten ne demeye onun ağzından çıkanlar bütün bir ömürü heba ettiklerini anlayamıyordu şimdi. Başlangıçta köylünün galeyanı korkutucuydu ama Sultan’dan baskın çıkan olsa ona da uyarlardı mutlaka.
(devam edecek)