DAVETDörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim.... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine, bu hasret bizim... Nazım Hikmet RanKaybettiğimiz canlarımızın anısına bir süre hikayelerimizde sadece ağaç resimleri kullanacağız… Bir orman gibi kardeşcesine bu hasret bizim…
Kerime köyün diğer kızları gibi her sabah ve akşam üzeri çeşme başına uğrar, anasının eline tutuşturduğu bidonları doldururdu. Köyün gençlerinin yegane sosyalleştikleri yerdi bu çeşme. Uzakta pınarın başında da çeşme vardı ama herkes bir an önce dönmesi için tembihlendiğinden, yolu uzatmaz doğruca köyün girişine yakın çeşmeye giderdi. Ovaya kurulmuş bir şehrin kıyısında bir köydü burası. Ne eskinin köyü, ne yeninin beldesiydi. Eski evlerin çoğu yıkılmış yerlerine beton iki katlı evler yapılmıştı. Kerpiç evlerden kalanlarının ya sahipleri göçüp gitmiş virane haldeler ya da yaşça büyüklerden başka içinde kimselerin yaşamadığı evlerdi. Beton evlerin içlerinde musluklardan akan su olsa da, çoğu kimse yemeğe, içmeğe çeşmenin suyunu kullanmayı tercih ediyordu. Köyün hemen ilerisinde ovanın neredeyse tek tepesinin eteğinde ağaların evleri yani çiftlikleri vardı. Bunlardan bir tanesi oldu olası köyün ağası olan aile yani Ağagil, diğeri ise sonradan zengin olup geri köyüne dönen aileye aitti. Her iki ailenin toprak zenginliği bol olduğundan ağa olarak anılıyorlardı. Ağagil ve Sarıağa aileleri neredeyse tüm ovanın sahipleriydiler. Göz alabildiğine uzanan verimli topraklar onlar ve onlar için çalışan aileler ile canlanıp, herkesi beslerdi. Öyle eskiden olduğu gibi ağalar ve aileler arası bir çekişme veya rekabette olmadığından herkes mutlu mesut yaşardı. Gençler kaçıp şehirlere gitmesin diye iki ailede köylere ellerinden gelen desteği sağlıyorlardı.
Kerime’nin babası ve ağabeyleri de Ağagil için çalışıyorlardı. Ağagil’in iki tane evlilik çağında oğlu vardı. Sarıağa’nın üç oğlu da şehirden kız almışlar, babalarının isteği ile onları da alıp çiftliğe yerleşmişlerdi. Zaten şehir hayatından herkesin kaçtığı dönemde böyle güzel ve verimli topraklara gelin gitmek kızları da mutlu etmişti. Hepsi üniversite mezunu oldukları halde ne kadar çabalasalar da iş bulamayacaklarını gençler neredeyse kabullenmişti. Şehirlerde para da olsa hayat kolay değildi. Üst üste binaların içinde, araba gürültüsü ve kirliliği içinde bir yaşam artık kimseye cazip gelmiyordu. Oğlanlarda üniversite okumuşlar, eğitimlerini babalarının yanında, kendi topraklarında değerlendirmeyi daha uygun bulmuşlardı. Sarı ağa her oğluna ayrı bir ev açmıştı. Zamanında köyden göçüp şehre giden Sarı Mehmet orada bir yolunu bulup zengin olup geri gelince adı da Sarıağa’ya dönmüştü. Bir tane oğlu beş tane de kızı olan Sarı Mehmet oğlu Hüseyin’i çiftliğin başına getirmiş onunda üç oğlu olmuştu. Şimdi her oğlandan da Hüseyin’in ikişer torunu vardı. Sarıağa evinde bekar erkek olmadığı için köyün evlilik çağına gelmiş kızların hayalinde hâlâ iki bekar oğlu olan Ağagil’in evine gelin olma hayali vardı. Sarıağa’nın evinde öyle güzel bir düzen, öyle adil ve güzel bir sistem işliyordu ki, kızlar da hem bu düzeni ve değer, hem de zenginliği yaşamak için ağa evine gelin olmayı hayal ediyorlardı elbette. Ağagil’in evindeki büyük erkek kardeş Necmi üniversite son sınıfta okuyordu. Annesi Necmi’yi emzirirken daha ikinci oğlu Suphi’ye hamile kalmıştı. Necmi ve Suphi aralarında çok az fark olduğundan ikiz gibi büyümüşlerdi. Çok da benzedikleri için onları gören ikiz olduklarına karar veriyordu. Suphi Necmi gibi okumaya pek gönüllü olmadığından zar zor açık öğretim üniversitesinde iki yıllık bir bölüm okumuştu. Söylenilene göre de henüz mezun olmamıştı. Oğlanın okumayacağına kanaat getiren babası onun diploma almasını beklemeden kaydını dondurtup askerliğini de yaptırmıştı. Necmi büyük şehirde okuduğu için uzun bir süredir evden uzaktaydı. Suphi’de askerden döneli neredeyse altı ay olacaktı. Anneleri Gülsüme hanım çoktan iki oğlu için de kız aramaya başlamıştı.
Suphi çoktan kendine bir kız beğenmişti ama henüz annesine bahsetme fırsatı olmamıştı. Babası Hüseyin ağa askerden geldikten sonra onu hiç yanından ayırmıyordu. Kızı da babası ile köye gittiklerinde görmüştü. Kahvede ağa ve diğer köylülerle sohbet eden babasını çağırmaya gelmişti. İçleri gülen o kahverengi gözlere bakmaktan kendini alamamıştı. Kız kahveye girmediği için görmemişti Suphi’yi elbette, kahvenin önünde oynayan çocuklardan birini içeri salıp çağırtmıştı babasını. Böylece kimin kızı olduğunu da öğrenmişti. Annesi de babası da ona zorla kendi beğendikleri kızı aldıracak türden insanlar değillerdi. Biliyordu ki ağabeyi de, o da kendi seçtikleri kızlarla evlenebilirlerdi. Necmi şehir dışında okuduğundan herkes onun şehirden bir gelin getireceğini düşünüyordu. Sarıağa’nın gelinleri gibi okumuş, şehirli bir kız alırdı muhtemelen.
Çeşmenin başında sohbete konu oluyordu bu tür şeyler. Kızlar kendi aralarında konuşup kıkırdıyorlardı. Tabi köyün delikanlıları da beğendikleri kızı görmeye çeşmeye geliyorlardı ellerinde bir bidonla. Her haneden kızlar gelmiyordu sadece su doldurmaya. Babasının elinden, tarladan kaçan da su sırasındaydı. Delikanlılar çoğunlukla babaları ile çalıştıklarından simaları pek bilinmiyordu kızlar tarafından. Birine denk geldiler mi çocukluklarından hatırlayıp kim olduğunu çıkardıkları oluyordu bu yüzden. Kimin kim olduğunu bilenler diğerlerine duyuruyordu delikanlının olmadığı bir zamanda kim olduğunu. Kime baktığı, kimin oğlu olduğu hemen sohbet malzemesi oluveriyordu. Tabi delikanlıların çeşmeye gelmesi de seyrek olduğundan bir heyecan dalgası yaratıyordu kızlar arasında.
Bir akşam üzeri çeşmeye gelen delikanlının da Kerime’ye baktığını herkes görmüştü. Delikanlı elinde bir bidonla gelmemişti diğerleri gibi, kimse de simasını tam çıkaramamıştı ama konuşmasından ovanın insanı olduğunu anlamışlardı. Bir süre uzaktan kızları, özellikle Kerime’yi izlemiş, sonra da yanına gelip adını sormuştu. Kerime uzun boylu esmer bu delikanlının yüzüne bakmaya utandığı için göz ucuyla bakıp söylemişti adını. Kimin kızı olduğunu sormuştu hemen arkasından delikanlı, bunun anlamı açıktı, Kerime’ye dünür geleceklerdi belli ki. Kızların kıkırdamaları arasında Kerime’de söylemişti babasının adını. Sonra delikanlı adını ve kim olduğunu söylemeden yürüyüp gitmişti. O gider gitmez de bu gizemli delikanlının kim olduğuna dair sohbet alıp yürümüştü. Kerime bakamamıştı ama diğer kızların hepsi güzelce incelemişlerdi oğlanı. Esmer tenine uygun, siyah gür saçları vardı. Boylu, poslu, temiz giyimliydi. Buralıydı ama buralarda yaşamıyordu belki, belki misafir gelmişti. Şehirde yaşayanlardan gelip köyden gelin alanlarda oluyordu. Kerime’nin babasını sorduğuna göre ailesine gidip kimin kızını istediğini söyleyecekti. Kerime’de doğru dürüst oğlanı görmediği halde heyecanlanmıştı. Aşık olmak, sevmek nasıl duygular bilmiyordu. Delikanlı bir üç dört gün geçmesine rağmen bir daha ortada görünmeyip, dünür habercisi de gelmeyince ona yüklenen gizem de artmaya başladı. Herkesin kim olduğuna dair bir fikri vardı ama kimse emin değildi. Köyden çok önce göçen ve Sarıağa gibi çok zengin olan bir ailenin oğlu olabilirdi. Ağa evlerinden birinin akrabası da olabilirdi. Buralara misafir gelmişti belki. Ağanın evinde çalışan kadınlardan iki ağa evinde de bir misafir olduğuna dair bilgi gelmeyince bu fikirden vazgeçtiler. Kim olursa olsun mutlaka yakında Kerime’ye görücü geleceklerdi. Aradan on gün geçip ne oğlan ne dünürcü gelmeyince sohbetin de heyecanı sönmeye başladı. On gün boyunca her gün Kerime’yi gaza getiren kızlar kendilerine başka konu bulunca Kerime’yi de bir hüzün bastı. Aslında kendine kızmıştı. Ortada fol yok, yumurta yokken kızlarla bir olup kendini kaptırmıştı. Birde dillerine düşmüştü yersiz yere. Şimdi o surat astıkça sanıyorlardı ki esmer delikanlıyı özleyip bekliyor. Belki iki çift laf edip, biraz göz göze gelseler özlerdi ama ne bir hatırası ne de hatırasına yerleşen bir sureti vardı bu gizemli delikanlının. Belli ki yoldan geçip giden biriydi ve gelip onlarla eğlenmişti kendine. Kızların hasretinden hüzünlendiği iddialarını çürütmek için uğraşmadı bile bu yüzden. Uğraşsa, saklamaya çalışıyor derlerdi. En iyisi sessiz kalıp unutmalarını beklemekti.
(devam edecek)