Nurten ve İhsan bir kaç kez arayıp Mithat’a karısını sorunca onlara kız kardeşinin yanına Kocaeli’ne gittiğini söylemek zorunda kalmıştı ama ayrılık kararından kesinlikle bahsetmiyordu Karısını oraya kendisi biraz uzaklaşıp, dinlenmesi için göndermişti. Ne de olsa onun ruhsal sorunları vardı ve değişikliğin buna iyi geleceğini düşünüyordu. Nurten ve İhsan bu kararı takdir etmişlerdi. Gerçekten de Defne, Mithat gibi bir eşi olduğu için şanslıydı. Hangi erkek bu kadar zaman karısı iyi olsun diye bunca özveri ve hoş görüyü gösterirdi. geçen yıl erken yaşta karısı Alzheimer hastası olan bir adam zavallıyı dul annesinin yanına bırakıp hemen boşanma davası açmıştı. Üstelik de gerekçesi karısının ardık kadınlık görevlerini yerine getiremiyor olmasıydı.
“‘Kadınlık görevleri'” diyerek iki kez vurgulamıştı Nurten anlatırken “Kim atıyor bu görevleri gerçekten bilmiyorum. Herhangi bir rahatsızlıkta çalıştığınız yerden bile rapor alarak ücretli izine ayrılıyorsunuz ama evlilikte bu şansınız olmuyor öyle değil mi? Ancak anlayışlı bir eş olursa rahatsızlanan taraf güvende olabiliyor!”
“Karımı çok seviyorum, onu asla bırakmam!” demişti Mithat bu sözler üzerine.
İki buçuk ayın üzerine Çağla’ya bir mesaj daha atmıştı Mithat, “Defne’nin artık ilaçlarını alması gerek. Geçen zaman ilaçların vücudundan tamamen atılması için gereken sürenin bir kısmıydı. Onların etkisi tükenince gerçeği sen de benim gibi görecek ve kabul etmek zorunda kalacaksın. Ancak bununla çocuklarının gözü önünde yüzleşmek istemiyorsan, lütfen onun ilaçlarını içtiğinden emin ol!”
Çağla bu mesajdan da bahsetmemişti Defne’ye ama “Gelirken ilaçlarını da getirdin mi?” diye sormayı ihmal etmedi.
“Hayır!” dedi Defne şaşkınlıkla, “Onlara ihtiyacım olmadığını sen söylemiyor muydun? Onlar sadece uyuşturuyorlar beni.”
“Biliyorum. Bu yüzden sordum zaten, onları içmediğinden emin olmak için!”
“Hayır içmiyorum. Ters giden bir şeyler mi gördün yoksa? Çağla benden bir şey saklama olur mu? Sahiden bir problemim varsa bilmek istiyorum. Bunu kendim anlamam mümkün değil biliyorsun!” dedi Defne ağlamaklı bir sesle.
Çağla hemen sarıldı ablasına, “Hayır, kesinlikle çok iyisin, hatta geldiğinden beri seni hayranlıkla izliyorum. O kadar hızlı ilerleme sağladın ki, inan bu kadarını ben bile beklemiyordum. O ortamdan ve o adamdan uzaklaşmak seni yeniden eski haline getiriyor! Yakında çok daha iyi olacaksın!”
“Umarım!” dedi Defne gözleri dolu dolu, Mithat ile anlaştıkları sürenin dolmaya başladığının o da farkındaydı. Başlangıçta olmasa bile ilerleyen zamanda düşünmüştü gerçekten, düşündükçe kendi acizliğine hayret etmişti. Mithat’ı hiç sevmediğini söyleyemezdi. İnsan sevmek için doğru insanı seçemiyordu, sevmek ya da aşk böyle bir şey değildi muhtemelen. Sevdiği insana ise farkında olmadan güveniyordu da, sevgi, güvenle büyüyordu. Belki de hatalı kişiye yönlenmiş, var olmayan bir güvenle ama oluyordu işte. Üzülüyordu, üzülüyordu çünkü böyle bir adamı sevmişti. Nasıl? Nasıl yanılmış olabilirdi?
“Defneciğim inan bana en sevdiklerine, çocuklarına bile sevgini kontrolsüz gösterirsen hiç tereddüt etmeden bunu kullanmaya başlarlar. İnsan oğlunun kontrole ihtiyacı vardır. Bu kontrol merkezi çocukken anne-baba-öğretmen ve benzeri kişilerken yetişkinlikte kişinin kendisidir. İç sesi, o yaşa kadar onu kontrol edenlerin öğreti ve sesleri.” diyordu Çağla. Bunları onun da bildiğini biliyordu elbette bunları söylerken ama insan bazen sadece biliyor ama idrak edemiyordu. Cebinde hayatını kurtaracak şeyi yazan bir kağıtla dolaşıp, onu hiç okumamanın hayat kurtaramaması gibiydi bu.
“Mithat beni kullanıyor muydu yani?” dedi Defne bu sözler üzerine, “Hayır ya da evet. Mithat senin ona olan güvenini senin aleyhine kullanıyordu, sevgini de. Garip olan da muhtemelen bunu seni sevdiği için yaptığını sanıyordu. İnsanlar kendilerince iyi ve doğru olanı hep karşılarındaki için de öyle zannederek zarar verirler. Bunun karşılarındakine iyilik olmadığını da bir türlü anlayamazlar! Bu yüzden kararı kendin vermelisin her zaman, kendini dinleyerek, yüreğindeki doğruyu arayarak.”
“Biliyor musun yüreğimdeki doğruyu bile arayacak ruh halinde değilim. Hatta neredeyse bunu yapmak istemiyorum. O kadar yorgunum ki, hayat bana dokunmadan akıp gitsin istiyorum bazen. Cenneti ölümden sonra bulacaksak mutlu olmayı beklemek boşuna değil mi?”
“Biliyorum canım ama biz seninleyiz, bazen zor da olsa bazı şeyleri yapmak zorunda kalırız. Vaat edilen cenneti ölümden sonra bulmak için, içinde bir cennet yaratmak zorundasın! Dışarıdaki cehenneme rağmen üstelik! Onun içine girmesine ve yüreğini karartmasına ve insanların da kim olursa olsun bunu yapmasına sakın izin verme! Onlar dışarıdalar, içinde değil! Sen izin vermediğin sürece de oraya asla ulaşamazlar.”
“İyi ki sen varsın!” dedi Defne bir kez daha, bu kadar duyarlı, akıllı bir kız kardeşe sahip olmak onun şansıydı. Küçücük bir şehirde, yarım bıraktığı eğitimine rağmen kocaman bir yüreğe ve engin bir bilgeliğe sahip olmayı başarmıştı Çağla. Defne ise dipsiz bir kuyunun dibine doğru sürüklenmiyormuş gibi hissediyordu kendini.
“Mehmet hızla giden arabada Miyase’yi ikna edebilmek için sokaklarda dönüp duruyordu. Tek istediğim konuşmak diyordu ama bunun için arabayı bir kenara çekip durmayı tercih etmiyordu. Araba durduğu anda Miyase’nin inmek isteyeceğini ve bir daha da geri gelmeyeceğini anlamıştı. Sanki arabayı durmaksızın sürerse bu anı sonsuza kadar uzatabilirmiş gibi dolanıp duruyordu binalar arasında. Sonunda şehrin kalabalığından uzak kenar mahallerden birine girdi. Daha önce buralara kendisi de gelmediği için bir o sokağa bir bu sokağa dönüyordu amaçsızca. Devletin bu bölgeyi ıslah etmek için başlattığı inşaat projeleri yüzünden çoğu insan evlerinden ayrılıyordu. Yıkılan evlerin molozları henüz toprağın üzerinde yükseliyordu. Zaten bozuk olan asfalt, kamyonların girip çıkması yüzünden iyice bozulmuştu. Hava kararmaya başladığı için arabanın farlarının aydınlattığı kadarıyla yolu görebiliyordu Mehmet. Yine de yavaşlamadığı için hoplayıp, zıplayan arabanın içinde iyice sersemlemişlerdi. Bir anda arabanın ön camına çarpıp kaybolan karaltı refleks olarak frene basmasına neden oldu! Savrularak duran arabanın içinde ikisi önce birbirlerine baktılar.
‘Bir şeye mi çarptın?’ dedi Miyase korkuyla.
Mehmet bir şey söylemeden arabadan indi. Şehrin en yüksek ve bilinen binasının ışıkları uzaktan görünüyordu. Miyase yaşadıkları anı ret eden zihni yüzünden neye çarptıklarından çok binanın şeklini ve ışıklarını düşünüyordu. O caddeyi bilirdi. Şimdi trafiğin yoğunlaştığını ve insanların sokaklarda mutlu yüzlerle dolaştıklarını hayal etmeye başladı. Sonra buraya yapılan inşaat projesinin adını hatırladı ‘Yükselen Yaşam’.”
“Bu isim tanıdık geldi!” dedi Çağla hikayenin bu kısmını okuyunca, “Gerçekten oldukça heyecanlı gidiyor. Sana söylüyorum eğer bu kitap tutarsa kısa zamanda dizisi bile çekilecektir!”
“Moralim düzelsin diye böyle söylemiyorsun değil mi?”
“Hayır elbette o yüzden söylemiyorum. Seninle gurur duyuyorum, tüm kalbimle!”
Defne o akşam kaldığı yerden devam etmek için bilgisayarın başına oturduğunda telefonu çalmaya başlayınca hatırladı üç ayın ertesi gün dolduğunu. Telefonun ekranında yazan isme baktı hemen, “Mithat”. Önce açmak istemedi ama bu şekilde kaçarak bir yere varamayacaklarını düşündüğü için açtı.
“Merhaba!” dedi Mithat’ın çekingen sesi, “Açmayacağından korkuyorum açıkçası!”
“Merhaba!” diye yanıtladı Defne’de “Sürenin dolduğunu mu söyleyeceksin!”
“Öyle anlaşmıştık, amacım seni rahatsız etmek değil. Biliyorsun bu süre içinde sözümde durdum ve seni hiç aramadım”
“Evet, biliyorum teşekkür ederim.”
“İyi misin?”
“Evet. İyiyim”
“Sevindim. Gerçekten, seni merak ediyorum. İlaçlarını da yanına almamışsın!”
“Onlara ihtiyacım olmadı”
“Evet. Bu sevindirici değil mi?”
(devam edecek)