“Miyase hanım günlüğün defterini kapatıp uzaklara dalmıştı. Artık altmış beş yaşındaydı ama kendini çok daha yaşlı hissediyordu. Son bir yıldır hayatını satır satır bu deftere yazmaya başlamıştı. Bazen geçmişten, bazense günden bahsediyordu. Bu defteri okuyarak ibretlik hayatından ders alsınlar istediği birileri olduğu ya da dünyada bir iz bırakmak isteği yüzünden yazmıyordu. Yıllardır unutamadığı o geceyi itiraf etmekti amacı, bunu yaparken de bunca zaman neden sessiz olduğunu kendine açıklamak.”
Yazdığı ilk satırlara şöyle bir baktı Defne, hemen hemen benzer cümlelerle başlamıştı Mithat’ın hiç rahatsız olmadan kaldırıp attığı defterine. Çağla haklıydı, her şey onun zihnindeydi zaten. Geleli bir hafta olmuş, geldiğinden beri hikayeyi zihninden defalarca geçirip, ilkinde aklına gelmediği için yazmadığı detaylar eklemişti. Şimdi yazarken yenilerinin dahil olacağını da biliyordu. Daha önce hep kağıt kalem ile yazdığından, şimdi bilgisayar ile yazmak biraz zor geliyordu, yavaş yazıyordu ama bunun bir önemi yoktu. Acelesi yoktu, yazdıkça hızlanacağına da emindi. Emlakçı da çalışırken de bilgisayarla çalışıyordu ama daha çok hesap işleri için sayılar girip, metin kısımları hazır olanlardan kopyaladıkları için elleri hıza alışık değildi. Derin bir nefes alıp yazmaya devam etti.
“Henüz on dokuz yaşındayken ailesinin kesinlikle hoş görmediği bir adamla evlenmişti. Kızlarını okula göndermeyen onlarca ailenin olduğu bir dönemde onu üniversiteye kadar okutan ailesinin itirazına rağmen onunla evlenmişti. O zamanlar herkes tarafından çok güzel bulunan Miyase’nin, Mehmet gibi yüzü çiçek bozuğu ve çirkin bir adamda ne bulmuş olduğunu kimse anlayamamıştı. Aşk mıydı bu? Üstelik Allah vergisi çirkinliği yetmezmiş gibi, huyu da güzel değildi.. Kaba, küfürbaz, kibirli bir adamdı Mehmet. Dünya güzeli bir kız ile evlendikleri gün tüm ailesi ağlamıştı Miyase’nin. Onu vazgeçirmek için ellerinden geleni yapmışlardı ama o vazgeçmemişti, geçememişti.”
“Acaba sonuna kadar ne olduğunu hiç açıklamasan mı?” demişti Çağla ilk yirmi sayfayı okuduktan sonra. Artık birlikte olduklarından Defne ona hem yazdıklarını okutuyor, hem de kafasında yeniden şekillenen hikayeyi anlatıyordu. İkisi de iki haftadır Mithat’tan hiç bahsetmemişlerdi. Allah var Mithat’ta söz verdiği gibi bir kez olsun aramamış veya mesaj yazmamıştı. Defne onun konuştuklarına rağmen hafta sonu geleceğinden korktuğu için günler geçtikte üzerine bir rahatlama gelmişti. Zaten ondan sonra ancak yazmaya başlayabilmişti. Çağla’da kardeşini bunaltmak ya da üzerine gidip onda bir direnç yaratmak istemiyordu. Onun Mithat’ta geri dönemeyeceğinden emindi, en azından bu kitap sayesinde öz güvenini iyice kazanırsa o zaman ona hiç ihtiyacı olmadığını kendisi de görecekti.
Bu arada Mithat’ta çok gergindi ama o da Çağla gibi Defne’nin ani gelişen bu tepkisini güçlendirecek bir şey yapmak istemediği için sessizce bekliyordu. Sadece bir kez Çağla’ya ilaçlarını alması gerektiğini yazmıştı. Çağla bu mesaja ne cevap vermiş ne de ablasına bahsetmişti.
Bir buçuk ay sonra hikaye gelişerek ilerlemeye devam ediyordu. Defne artık Kocaeli’nde Çağla’lar ile yaşamaya iyice alışmıştı. Son yirmi gündür Ayşegül’ü okuldan almaya o gidiyordu. İşin ortasında giyinip dışarı çıkmaya her zaman üşendiği için bu destek Çağla’nın da çok hoşuna gitmişti. Okul uzakta değildi ama her gün aynı saatte giyinip okula gitmeye üşeniyordu Çağla. Sabah Ertuğrul’un okula bıraktığı Ayşegül’ü almak böylece teyzesinin görevi olmuştu. Defne’nin dört duvar arasından çıkıp, oksijen alması ve tabi biraz yürümesi içinde iyi oluyordu bu molalar. Hiç durmadan hikaye yazmak da mümkün değildi elbette. Bilgisayar ona verildikten sonra internetten bağlatmışlardı aşağıdaki daireye, böylece her zaman sevdiği gibi araştırma yapma imkanı da buluyordu Defne, arada sırada girip sosyal medyayı da kurcalıyordu. Eğer kitabı tutarsa bu mecralarda da yer edinmesi gerekecekti. Okuduğuna göre insanların kafaları ayaktayken daha iyi çalışıyordu. O yüzden hikayede tıkandığı ya da içine sinmeyen yerleri Ayşegül’ü almaya giderken düşünmeye çalışıyordu. Dönüşte yeğeni ile sohbet ederek geldiklerinden düşünmeye fırsatı olmuyordu. Ablasını teyzesinin almaya başlaması annesi ona kalıyor olmasına rağmen Ayşen’de de biraz kıskançlığa neden olunca Defne her gün olmasa da arada sırada küçük kızı da götürüyordu ablasını almaya. Böylece yeğenleri ile de vakit geçirmiş oluyordu. Çocukların baştaki çekingenlikleri azalmıştı iyice.
“Miyase okuldan çıktıktan sonra karşısına çıkıvermişti Mehmet. Daha önce de bir kaç kez onu eve kadar takip edip konuşmaya çalışsa da Miyase’den yüz bulamamıştı. O gün öğleden sonra daha okulun kapısından çıkar çıkmaz tam önünde park edince birden kaçamamıştı Miyase. Etraftaki herkes dikkatle onlara bakmaya başlayınca da düşünmeden binmişti arabaya. Biner binmez de gaza basmıştı Mehmet. O zaman anlamıştı ne yaptığını ve korkmuştu başına bir şeyler gelmesinden. Onun gergin halinden korktuğunu anlayan Mehmet, sadece konuşmak istediğini açıklamıştı. Ona bir zarar vermeyecekti amacı asla bu olamazdı çünkü ona daha ilk gördüğü günden beri aşıktı. Gece gündüz onu düşünüyor bir an bile onsuz yapamayacağından bahsediyordu. Mehmet’in çabasına rağmen Miyase’nin kalbi korkuyla atmaktan vazgeçemiyordu çünkü bir yandan konuşurken bir yandan arabayı öyle hızlı sürüyordu ki, bir yerlere götürüp ona bir şey yapmayacak olsa bile, kesinlikle kaza yapıp öldürecekti.”
“Bu anlattığın yer sizin okul değil mi?” demişti Çağla Miyase’nin okulunun etrafı ile ilgili anlattıklarını okuyunca.
“Evet görmediğim bir yeri anlatamayacağım için ben de orayı yazdım ama bu kadar hızlı anlayacağın hiç aklıma gelmemişti.”
“Ben bildiğim için anladım tabi ki okuyucular anlayamaz. Hem anlasalar da ne olacak sanki. Aslında o kadar detaylı ve güzel anlatmışsın ki, oraları bilen biri Miyase’nin Mehmet’in arabasına bindiği yerin neresi olduğunu bile anlayabilir. Gerçekten yeteneklisin kardeşim, böyle devam et, hikayen harika gidiyor!”
Çağla bir yandan kardeşine destek vermeye devam ederken, bir yandan da onun davranış ve sözlerini takip ediyordu. İyi olmasını istiyordu ancak geçmişten en ufak bir etki devam ediyorsa, yani o hastalıkla ilgili, o zaman bir doktor kontrolüne gidip, sorunun büyümemesini sağlamak için elinden geleni yapacaktı. Defne geleli iki buçuk ay geldiğinde kocasına ablasında herhangi bir sıkıntı olduğunu düşünmediğini söylüyordu.
“Şüphelerin mi vardı ki?” diye sordu Ertuğrul, karısının uzun bir süredir tam aksini söylediğinive öyle inandığını biliyordu.
“Hayır aslında yoktu ama yine de Mithat’ın haklı olma ihtimalini hiç saymak istemedim. Yüzde bir bile inansam bir şans verdim ve gördüm ki ablam gayet iyi. Hatta geldiğinden beri çok daha iyi. Etrafında onu sürekli inciten, yok sayan bir adam olmayınca kendini bulmaya başladı.”
“Senin gibi bir kardeşi olduğu için çok şanslı!” dedi Ertuğrul karısının alnından öperek, “Tabi ben de çok şanslıyım!”
“Ben de öyle!” diye gülümsedi Çağla, “Keşke ablam da bu kadar şanslı olabilseydi eş anlamında ama kitabı gerçekten iyi gidiyor, o yetenekli. Başarılı olacağına adım kadar eminim ve bunun olması için de elimden gelen her şeyi yapacağım”
“Hiç şüphem yok! Defne bir yazar olmasa bile sen bu azimle onu bir yazara çevirebilirsin!”
Üç ayın tamamlanmasına günler kala Mithat’ın artık sabrı iyice tükenmeye başlamış, karısını aramamak ve onun ne düşündüğünü sormamak için kendini zor kontrol etmeye başlamıştı. Bir kaç gün sonra o konuşmayı yapmalarının üzerinden tam üç ay geçmiş olacaktı. Anlaştıkları süre bitiyordu ve önce onu arayıp düşüncesini soracak, eğer geri dönmemekte ısrar ederse bu defa gidip onu alacaktı. Karısının evde olmasını istemek onun en büyük hakkıydı.
(devam edecek)