Ayşe doktorla konuşurken, sekiz yaşındaki kardeşi Hüseyin’de kapının önünde hemşirenin ona verdiği plastik araba ile oynuyordu. Arabayı bekleme sandalyelerinin sırtlarında büyük bir heyecanla sürerken, onların birer dağ olduklarını ve arabasının dağın tepesindeki yollarda kıvrıla kıvrıla gittiğini hayal ediyordu. İçeride ablasının doktoru ile ne konuştuğuna dair hiç bir fikri yoktu. Yaşanılanları sorgulamayacak kadar küçüktü. Sürekli aynı doktora geldikleri için artık bu katta çalışan çoğu insan onu tanıyordu. O geldiğinde vermek üzere oyuncak getiren hemşireler her geldiğinde bir oyuncak ile gönderiyorlardı Hüseyin’i.
Ayşe ve Hüseyin’in annesi ve babası soba zehirlenmesinden ölmüşlerdi. Ayşe yirmi bir yaşındaydı ve dört yıldır kardeşine o bakıyordu. O ve kardeşinin uyudukları odanın camındaki kırık sayesinde karbon monoksitin bir kısmı camdan uçup gitmiş ağır zehirlenseler de anne ve babaları gibi hayatlarını kaybetmemişlerdi. Hüseyin zor toparladığı için Ayşe ona anne ve babalarının öldüğünü önce söyleyememiş, olaydan ancak bir buçuk yıl sonra anlatabilmişti. Bu süre onun da toparlanması için ancak olmuştu zaten. O kötü gecenin olduğu yıl liseden mezun olmuş, bu olaydan sonra kardeşine bakmak zorunda olduğu için üniversite sınavına girmemişti bile. Zaten oturdukları gece kondu bölgesinin okulundan mezun olan çok az çocuk sınavı kazanabildiği için, girmesi ile girmemesi arasında bir fark olacağını da düşünmemişti. Küçük kardeşini kimseye emanet edemediği için onu da yanında götürebileceği işlere girip çalışmıştı. Bunların neredeyse hiç biri uzun vadeli işler değildi. Ütücülük, bulaşıkçılık ya da benzeri az ücretli ve geçici işler. Doktorlar bir ilgisi olmadığını söyleseler bile Hüseyin’in hastalığını anne ve babasının ölümünü öğrenmesinden sonra çok üzüldüğünden olduğunu düşünmüştü hep. Tam da ona gerçeği söyleyişinden iki buçuk ay sonra konmuştu bu hastalığın teşhisi. Neredeyse iki yıl olmuştu ve Hüseyin’in durumunda hiç düzelme olmadığı gibi her geçen gün de melun hastalık ilerlemiş durmuştu. Her zaman olduğu gibi mahallelerinde oturan Salih amcanın taksisi ile gelmişlerdi doktora. Başlarına gelen kötü olaylara rağmen çok iyi insanların olduğu bir mahallede oturdukları için kendilerini şanslı sayıyorlardı. Geldikleri doktor da Müzeyyen teyzenin yeğeniydi. Sağ olsun çocuk doktoru olmadığı halde Müzeyyen teyze arayınca geri çevirmemiş Hüseyin’in bütün tedavi ve kontrollerini üstlenmişti. Hüseyin dışarıda arabası ile dağları ve tepeleri aşarken şimdi içeride ablasını teselli ediyordu doktor Tamer bey.
“Seni anlıyorum Ayşe ama hepimizi elimizden geleni yaptık. Bundan sonrası için mutlu olmasını sağlamaktan başka çare yok!”
“O daha sekiz yaşında, o kadarcık bir çocuk nasıl ölebilir? Daha annem ve babamın acısını bile atlatamadık ki?”
“Ne diyeceğimi bilemiyorum inan bana! Kardeşine bu durumu hiç söyleme bence, al götür, bu altı yedi ay ne istiyorsa onu yapmasına izin ver!”
“Allah’ım sen bana güç ver!” dedi Ayşe kalkıp göz yaşlarını silerken.
“İstediğin zaman gelip, arayabilirsin tamam mı?” dedi Tamer bey onu uğurlarken, “Haydi Hüseyin gene turp gibisin, yakında görüşürüz!” dedi sonra Hüseyin’e bakıp kapının önünde. Gözleri dolmuştu ama neyse ki çocuk oyuna kendini kaptırdığı için fark etmedi.
“Tamam, Tamer amca!” dedi tekerleklerini koridorun duvarına dayadığı arabasını asansöre kadar sürmeye devam etti. Kat hemşireleri ona el sallıyorlardı.
Ayşe ağlamamak için sürekli dudaklarını ısırıyordu Aslında Hüseyin’in durumunun kötü olduğunu ilk kez bu gün duymuyordu ama artık umut kalmadığını ilk kez bu gün duymuştu. Salih amca taksisinin yanında sigarasını içerken gördü ikisini, Ayşe’nin yüz ifadesinden anladı bir şeylerin yolunda gitmediği. Onlar yanına gelince hiç bir şey sormadı o yüzden. Ayşe öne, Hüseyin arkaya bindiler her zaman ki gibi, hafifçe yan gözle baktı Ayşe’ye, kızın gözlerinden bir kaç damla yaş inmeye başladığını görünce hiç konuşmadı.
“Salih amca bak arabama! Senin gibi taksici olacağım ben de!” diyerek ikisinin arasından minik kolunu uzatarak arabasını Salih beye gösterdi.
“Çok fiyakalı arabaymış sahiden! Ben emekli olunca bu taksiyi sana veririm o zaman! Büyümüş araba kullanacak yaşa gelmiş olursun o zamana!” dedi adamcağız.
Bu sözler Ayşe’nin zapt etmeye çalıştığı acısını öyle bir tetikledi ki, kızcağız birden bire sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
“Abla niye ağlıyorsun?” dedi Hüseyin şaşkın şaşkın, “İstemiyorsan taksici olmam!”
Ayşe o kadar çok ağlıyordu ki kardeşine cevap bile veremedi.
“Kızım ağlama, dur beni de ağlatacaksın şimdi!” dedi Salih bey, onun sözlerinden sonra kızın ağladığını anlamış, o da iyice kötü olmuştu. Soramıyordu ama bu göz yaşları çocuğun durumu hakkındaki gerçeği zaten belli etmişti. Hüseyin ablasının haline baktıkça bütün neşesini kaybetti ve onun da gözleri dolmaya başladı.
“Abla ağlama lütfen, söz veriyorum taksici olmayacağım!” dedi ablasının buna neden bu kadar üzüldüğünü anlamayarak.
“Ona ağlamıyor Hüseyinciğim” dedi Salih bey araya girip.
“Neye ağlıyor peki?”
“Rol yapıyor!”
“Ne rolü?”
“Ablan bir filmin rol seçmelerine katıldı. Sana kendisi söyleyecekti ama gördüğün gibi role biraz fazla kaptırdığı için konuşamıyor!”
“Film mi” dedi Hüseyin gözlerini kocaman açarak, “Abla? Ne filmi?”
“Hani var ya televizyonlarda oynuyor işte öyle film!” dedi Salih bey çocuğun dikkatinin dağıldığını fark edince.
“Ablam film yıldızı mı olacak?”
“Evet!”
“Acıklı bir film mi abla?”
Ayşe’de çocuğun dikkatinin dağıldığını anlayınca, bir yandan göz yaşlarını silip toparlanmaya çalışırken, başını salladı.
“Ablan onu hamile bırakıp sonra da terk eden sevgilisinin arkasından acı çeken genç bir kadını oynayacak!” diye devam etti Salih bey.
Ayşe şaşkın şaşkın baktı adama, iki dakikanın içinde nereden uydurmuştu bunca şeyi. Hüseyin bey omuzlarını kaldırdı çaresiz. Artık başlamışlardı bir kere.
“Onun için mi ağlıyor şimdi?”
“Evet yönetmen ağlama sahnelerine çok çalış gerçek gibi olmasını istiyorum demiş, değil mi Ayşe?”
Ayşe yine salladı başını.
“Abla beni de götür çekimlere ne olur? Ben de gelmek istiyorum!”
Ayşe, Salih bey baktı.
“Hemen olmaz ama sonra, önce ablanın kendini ispatlaması lazım. Çok da yakışıklı bir başrol oyuncusu var!”
“Sahi mi?” dedi Hüseyin el çırparak, heyecandan elindeki arabayı bile unutmuş, arka koltuğun üzerine bırakmıştı. Filmin heyecanı ile sohbet ederken mahallelerine de gelmişlerdi. Ayşe Hüseyin’in indirip, Salih beye teşekkür etmek için arkasını döndü.
“Salih amca ne yaptın sen? Sorup duracak şimdi!”
“Ne kadar kalmış?” dedi Salih bey acıyla.
“Altı yedi ay”
“Tamam altı yedi ay onu senin bir filmde oynadığına ikna ederiz. Ben mahalleliyle konuşurum sen bana bırak!” dedi adamcağız, onun da gözlerinden bir iki damla iniverdi hemen.
Hüseyin taksinin yanında yere çömelmiş, yine arabasına dalmış oynuyordu.
“Haydi Hüseyin eve gidelim”
“Abla anlatsana bana filmi?” diye zıplamaya başladı Hüseyin onun elini tutup. Salih bey yaşlı gözlerle baktı arkalarından.
Hastalığı nedeniyle bağışıklık sistemi güçlü olmayan Hüseyin okula hiç başlayamadığı için Ayşe ona evde okuma yazma öğretmişti. Mahalleli onların durumunu bildiği için çocuklarının eski kitap ve defterlerini okuması için Hüseyin’e veriyorlardı. Çocuklar kalabalık olmadıkları sürece okuldan sonra onların evine gelip birlikte oynuyorlardı. Bazen de ödevlerini onunla birlikte yapıyorlardı. Hüseyin eve gelen her arkadaşına ablasının bir filmde oynadığını kendi hayal gücünü de katarak anlatmaya başlamıştı. Anne babaları Salih amca sayesinde gerçeği öğrendikleri için çocukların gelip anlattıklarını ağızlarından bir şey kaçırmasınlar diye onaylıyorlar. Onlara bunun bir oyun olduğunu söylemiyorlardı. Böylece mahallenin bütün çocukları Ayşe’nin bir filmde oynayacağını konuşmaya başladı. Yakında Hüseyin’lerin çok zengin olacağını düşünüyorlardı. Hüseyin ablası çok ünlü ve zengin olunca bütün arkadaşlarına oyuncaklar ve şekerler alacağına dair sözler veriyor sonra da ablasına bütün konuştuklarını anlatıyordu.
(devam edecek)