Zavallı Fatma hiç bir şeyden habersiz odada birilerinin gelip onu çıkarmasını beklerken, Hüseyin ve Vasfi mehir olarak aldıkları tarlaların belgeleri ile ev yoluna düşmüşlerdi çoktan.
“Vallahi babam kârlı bir iş yaptı!” dedi Hüseyin. Vasfi başıyla onayladı. İkisinin de karınları acıkmıştı. Gidip hemen sofraya oturmak istiyorlardı. Az önce kız kardeşlerini bir kaç tarla karşılığı bir kabusun ortasına bırakmış olmak umurlarında bile değildi. Babalarına belgeleri verecekler, sonra karınlarını doyurup, sıcacık döşeklerine devrileceklerdi. Evde Fatma’nın varlığını hissetmedikleri gibi, yokluğunu da hissetmeyeceklerdi. Onun elli beş yaşında bir adamın üçüncü karısı olması da hiç umurlarında değildi. Adam epeydir kendine genç bir eş bakıyordu. Neco ağa annesinin köyündendi, atadan kalan tarlalara talip olunca, para yerine kızını istedi. Zaten yeterince parası vardı. Babadan kalanlarla yeterince zengin olduğundan annesinin köyündeki tarlalara hiç ihtiyaç duymuyordu. Uzaktı zaten. Onlardan kurtulup karşılığında bir ağanın genç kızını almak daha çok işine geliyordu. Fatma daha on üç yaşına yeni girmişti, Hüseyin’in vekalet ettiği imam nikahından sonra henüz bilmese de Yusuf ağanın üçüncü karısıydı artık. Banyo ve beyaz dantelli elbisede halvet için giydirilmişti. En büyük hanım gelip kızın sağını solunu kontrol edecek, sonra kocasının koynuna sokmak için odasına götürecekti. Saime banyo sırasında bir arızası olmadığını zaten rapor etmişti. Kırmızı rugan ayakkabı ile pembe elbise istediğini de yetiştirmişti hanımına.
“Bak sen!” demişti büyük hanım gülerek, “Daha halvete girmeden isteklerini mi yolluyor! Gösteririm ben ona pembe elbiseyi yarından sonra!”
Ağa sofradan kalkıp odasına geçince gelmişti büyük hanım Fatma’yı görmeye. Fatma kapının arkasında bağırıp duruyordu o geldiğinde.
“Ne oluyor kız? Yıkıyorsun ortalığı!” dedi büyük hanım sert sert. Bu iri yarı orta yaşın üzerindeki kadın korkuttu Fatma’yı.
“İstemiyorum ben elbise falan!” dedi korkarak, “Eve gideceğim!”
“Senin evin burası artık hiç bir yere gidemezsin!”
“Hayır değil! Ağabeylerim bekliyor beni kapıda!”
“Ağabeylerin alacaklarını alıp çoktan gittiler evlerine!”
“Bu elbiseyi beğenmedim ben, eve götürün o zaman beni!” diye bağırdı Fatma bu kez, ağabeylerinin neden onu almadan gittiklerine bir anlam verememişti.
“Kes bağırmayı, dön bakayım şöyle!” diyerek Fatma’yı zayıf kolundan tutup sağa sola çevirdi büyük hanım.
“Pek de cılız ama?” dedi arkasında bekleyen Saime’ye dönüp, “Daha küçük olmasın?”
“Elbise istemiyorum, eski elbiselerimi getirin!” dedi Fatma kurtulmaya çalışarak ama büyük hanım tokadı bastı yüzünün ortasına.
“Bana bak, halvetten önce ağzını yüzünü dağıttırma bana! Saime kokuları sürdün mü?”
“Yok hanımım!”
“Haydi getir ne bekliyorsun! Sür her yerine iyice! Köy kokmasın ağaya!”
Tokadı yiyince odanın köşesine büzüşen Fatma “Eve gitmek istiyorum, annemi istiyorum!” diye ağlamaya başlamış olsa da Saime getirdiği kolonyayı elini elbiseden içeri sokup orasına burasına sürdü zorla.
“Akıllı olursan canın yanmaz!” dedi fısıldayarak.
Fatma’nın gözleri açıldı kocaman, “Yine mi vuracak!”
“O değil!”
“Kim?”
“Ağa!”
“Saime getir kızı!” diyen sesi duyuldu büyük hanımın. Saime Fatma’yı çekiştirerek kaldırıp sürükledi dışarı doğru.
“Ağa kim? Nereye götürüyorsun sen beni?”
Kendine geldiğine gözlerini açamayacak kadar çok canı yanıyordu Fatma’nın sürüklenerek sokulduğu o odada hatırladığı son şey ağaydı. Karanlıkta kocaman bir gölge ve sonrası yoktu!
Saime elindeki soğuk bezi gözündeki morluğun üzerine koydu yeniden.
“Ih!” diye inledi Fatma.
“Sana akıllı ol demiştim değil mi? Bak morarmış her yerin daha ilk geceden!”
“Ih!” dedi Fatma yeniden, ağzını oynatmak isteyince dudağındaki patlak acımıştı iyice. Daha ilk tokatta bayıldığı için ne olup bittiğinin farkında bile değildi. Gözünün birini zorla açınca, banyodan sonra kapatıldığı odada olduğunu anladı. Saime hanım başında elindeki bezi, tastaki buzlu suya daldırıp bir gözünün üzerine, bir dudağının kenarına koyuyordu. Ağrıyan tek yeri yüzü değildi ki.
Bir ay sonra anlamıştı başına gelenleri çoktan. Sultan hanımla, ağabeylerinin neden öyle güldüklerini de, evlerinde sabaha kadar duydukları o bağırış ve ağlama seslerinin neden olduğunu da anlamıştı. İlk geceden sonra bir hafta ellememişti ağa onu. Bir hafta sonra yeniden odasına sürüklendiğinde anlamıştı her şeyi. Bayılıp kalmamıştı bu sefer. Bir hafta öylece yatmıştı o odada. Evin hizmetçisi olduğunu öğrendiği Saime hanım bakmıştı ona hep. Az erkekli bir aileye gelin gittiği için çalışması gerekiyordu burada gelin olarak. Artık okula falan gitmeyeceğini de anlamıştı tabi. Evini, annesini göremeyeceğini de. Çok ağlamıştı ilk iki hafta, sonra geceleri ağlamıştı sadece, ağa onu rahat bırakınca. Ağlamak da yasaktı bu yerde çünkü. Ağladıkça daha çok ağlasın istenir gibi dayak atıyorlardı devamlı.
Demir öğretmenin söyledikleri, öğretmen olma hayalleri aklına her geldiğinde daha da ağlıyordu. Pembe bir elbise ile kırmızı rugan ayakkabıları olsun diye gelmişti buraya heyecanla. Bütün hayallerini, çocukluğunu o ahırda bıraktığını bilmeden. Köy enstitüleri yeniden kurulsun diye de uğraşamayacaktı artık. Bir okul bile göremeyecekti ömrünün sonuna kadar. Kitapları da kalmıştı babasının evinde. Neredeyse köyleri kadar olan bu koca çiftlikte esirdi artık. Ağanın üçüncü karısıydı. Ağanın kendinden önceki karılarından da çocukları vardı üstelik, sadece genç bir eş istediği için almıştı Fatma’yı. İlk adetini de o evde gördü Fatma, Saime öğretti nasıl temiz tutacağını kendini. En azından adet görünce ağanın koynuna girmek zorunda olmadığı için sevindi. Babası gibi her gece dövme huyu yoktu ağanın. Direnmediği sürece dayak yemeyeceğini de öğrenmişti. Ağa dövmüyordu ama büyük hanımın tokadını yemişti bir kaç kere. Aynı Sultan hanım gibiydi büyük hanım da, üzerine gelen kumalardan intikam alıyordu durmadan. Sanki koşa koşa gelmişler de ağanın karısı olmuşlar gibi. Adetten kesilip hamile olduğunu da Saime hanımdan öğrendi Fatma. Ağladı duyunca, “Bir kızım olursa ant olsun okutacağım!” dedi içinden. Ağanın ilk karılarından oğulları olduğu için Fatma’nın doğuracağı çocuk kızmış, erkekmiş umursamadı fazla. Hamile olmasını bile umursamadı zaten. Dünyaya gelen yaşıyordu bir şekilde nasılsa. Erkek olursa bir kaç tarla verip evlendirir, kız olursa verdiği tarlaların yerine yenilerini alırdı. Kız çocuklarının para birimi olduğu topraklardı burası, bir kız verip karşılığında altın, arsa ya da ne lazımsa alıyordun. Alıyordun, veriyordun, alıyordun, veriyordun.
Bağıra bağıra bir kız doğurmuştu Fatma. Adını da Duygu koyacağım diye tutturmuştu. Demir öğretmeni ziyarete gelen pembe elbiseli kızın adıydı Duygu.
“Ne güzel ismi var!” demişti ilk öğrendiğinde, elbiseleri gibi adı da güzeldi. Güzel bir annesi vardı. Duygu’nun evlenmeyip okullarına devam ettiğine emindi. Kızının kaderi de onun gibi olsun istiyordu. Büyük hanım kızın adı Şerife diyerek çocuğun kulağına üflese de o inatla Duygu dedi ismine. Hatta bunun için bir kaç tokat daha yedi büyük hanımdan ama kadın Fatma’nın gereksiz direndiğini görünce deliliğine verdi vazgeçti uğraşmaktan. Bütün çiftlik Şerife dedi, Fatma Duygu diye seslendi kızına.
İlk zamanlar annesi gelip onu bulur sanmış beklemişti Fatma. En azından özler gelir diye düşünmüştü ya da Ayşe öğretmeni sorar, evlendiğini duyunca üzülür, onu kurtarmaya gelir diye beklemişti. Demir öğretmeni olsa kesin gelirdi ama Ayşe öğretmeni, ne de annesi gelmemişlerdi. Onu ahırdan alıp götürdüklerinde annesinin haberi var mıydı hiç öğrenememişti. O yüzden Duygu’yu bir dakika ayırmak istemiyordu gözünün önünden. Daha bebek de olsa birileri o fark etmeden alıp götürür kızını diye tuvalete bile kızıyla gidiyordu. Ebe doğumdan sonra tuhaflıkların olması normal dediği için üzerine gelmiyorlardı Fatma’nın. Ağa geceleri kızını da getirmek istediği için çağırmıyordu Fatma’yı yatağına.
“Düzelir” demişlerdi bir kaç aya ama kız bir yaşına geldiği halde Fatma kızından dakika ayrılmamakta diretiyordu her ne yaparsa.
(devam edecek)