Sabah başı ağrıyarak uyanmıştı. İlk kez bu evde uyumuştu ama henüz kendine ne gelemediği için yatağın rahatlığını bile ayırt edememişti. Yatağı alıp, her nedense nevresim takımı almadığı için öylece yatıvermişti. Zaten akşam bir şey yapacak, alacak ne keyfi ne de hali kalmıştı.
“Haydi bakalım!” dedi kendi kendine, “Yeni bir gün başlıyor, bu gün her şey daha iyi olacak!”
Neyse ki evin çalışan bir elektrikli termosifonu vardı. Gidip akşamdan kalan çayı döktü, altına su koydu. Aldığı temizlik malzemelerinin içinden şampuan ve sabunu da buldu. Hemen banyoya girdi. Sıcak su iyi gelmişti. Çantasından çıkarıp kremlerini sürdü, saçları kısa olduğu için havluyla suyunu almak yetiyordu.
“İyi ki kestirmişim!” dedi kendi kendine.
Çayı demleyip, kendine kahvaltı hazırladı. Aldığı nane ve reyhan yapraklarını yıkadı. Yumurta haşladı, peynir, zeytin hazırladı. Biraz da domates doğrayıp, çayını doldurdu. Masadakilerin kokusu şimdiden iştahını kabartmıştı. Bir şeyler düşünmemek için telefonunu açıp, gazetelere bakmaya başladı kahvaltısını ederken. Sonra dikkatini veremediği için sevdiği bir müziği açtı keyfi yerine geldi.
“Ay harika olmuş!” diyerek üzerine limon sıktığı nane ve reyhan yapraklarını ağzına atıp, arkasından bir peynir parçası alıyordu. Nihayet kahvaltı bitince kendine geldi ama hâlâ biraz başı ağrıdığı için bir ağrı kesici aldı. Kahvaltıyı öylece bırakıp, gidip bir kahve hazırladı bu sefer. Balkona bir sandalye almadığı için içeridekini sürükleyerek dışarı çıkardı, kahvesini de yolu seyrederek balkonda içti, çıplak ayakları balkonun tozuna bulanmıştı ama aldırmadı. Az önce dinlediği şarkıyı mırıldandı. Sanki bir görevi tamamlamış gibi kahve fincanını da alıp masaya götürdü. Sonra masanın büyüklüğü ile balkon kapısını gözünde karşılatırdı, yan çevirdiğinde geçeceğine kanaat getirince, koşup yer silme kovasına su doldurdu balkona döktü. Ayakları suyun içine girince keyfi yerine gelmişti, ıslak ayakları ile yeniden içeri girdi, ayak izlerini bırakarak banyodan yeniden su doldurdu ve koşup onu da balkona döktükten sonra, ayak izlerini sildi yer silme sopasıyla, masanın üzerindekileri hızla mutfağa taşıyıp masayı devirdi ve balkona çıkardı.
“Harika oldu!” diyerek el çırptı ve üç sandalyeyi de getirdi. Nedense üç sandalye almıştı. Bilgisayarını aldı içeriden, söndürmediği çaydan bir bardak doldurdu ve açıp akşam yarım bıraktığı markanın çalışmalarına başladı. Aytekin bey aradığında öğleni bulmuştu.
“Birini gönderiyorum dilekçe için, okuyup imzalarsanız bu gün öğleden sonra postaya veririm. Şirkete ulaşması üç dört günü bulur.”
“O kadar geç mi gider?” dedi Arzu şaşkınlıkla.
“Buradan maalesef evet!”
Aytekin beyin gönderdiği çocuk yarım saat sonra kapıyı çaldı. Küçük bir yerdi burası, bir yerden bir yere gitmek çabucaktı o yüzden.
“Bekleyecek misin?” dedi Arzu on beş, on altı yaşında olduğu belli olan çocuğa.
Çocuk başını sallayınca onu da içeri aldı, kağıdı dikkatlice okudu.
“Vay be! Kariyer hayallerim, müdürlüğüm!” diye iç geçirdi ama aslında pek üzülmüyordu bu şirketten ayrıldığına, altını imzaladı ve çocuğa teslim etti.
Bilgisayarın başına döndüğünde artık güneş vurmaya başlamıştı balkona, zaten dikkati de dağılmıştı. Bilgisayarı kapatıp içeri aldı. Kullanmak için kendine yeni bir e-posta almıştı. Diğer zaten şirkete aitti. İstifası işleme girince kapanacaktı. İçeri girince Servinaz hanıma bir mesaj yazıp yeni e-posta adresini bildirdi.
Sonra giyinip nevresim takımı gibi unuttuklarını almak için dışarı çıktı. Nedense buraya gelirken eve yerleşmesi, eksikleri tamamlamasının on-on beş gün süreceğini düşünmüştü. Tabi o büyük şehir gibi düşünüyordu, mobilyacılar gezilecek, karar verilecek üç beş günde teslim edilecek. Oysa neredeyse iki günde koca ev yaşanılır hale gelmişti bile. Eksiklerinin aklına gelince çıkıp alacaktı böyle. Bir kışlık yorgan, bir yazlık pike ve nevresim takımlarını alıp geldiğinde yorulmuştu yine.
“Her yere arabayla gitmenin sonucu bu!” dedi kendine torbaları yere atıp, ayakkabılarını çıkarırken. Sonra hepsinin paketlerini açıp, çamaşır makinasına doldurdu. O sırada bir çamaşır askısı olmadığı aklına geldi. Tam yine süngüsü düşecekti ki, “Yok artık Arzu ya! As kapıların üzerine!” diye azarladı kendini. Mutfağa girip yiyecek bir şeyler hazırladı ve gölgenin yeniden düştüğü balkonda afiyetle yedi. İşte bir tam günü neredeyse keyifle bitirmişti. Televizyonu olmadığı için çay demleyip balkonda şehri dinlemeye devam etti. Neredeyse hiç gürültü yoktu burada, o yüzden balkonu açık evlerden çocukların yedikleri azarlar, kadınların birbirine seslenmeleri, açılan televizyonun sesi her şey duyuluyordu. Yoldan araba bile çok az geçiyordu. Akşamın serinliği de çok tatlı gelince, bir çaydanlık çayı içiverdi kendi başına.
Yusuf ile bazen çay bile demlemezlerdi. Yusuf televizyona bakarken, o da kitap okurdu, bir bitki çayı içerdi bazen, bazen de hazmı kolaylaştırsın diye bir form çayı. Balkonları kapalı olduğu için pek oturmuyorlardı. Pazar kahvaltılarını ediyorlardı genellikle. Burada kapalı balkon yoktu pek, yüksek binaların olmayışı, çoğunluğun iş yeri değil ev olması, çok insanca ve güzel gelmişti Arzu’ya. Evlerin bahçelerinde meyve ağaçları vardı. Aslında ağaçları tanımıyordu ama üstlerinde meyve olduğu için anlayabiliyordu. Beton taş duvarla çevrili bahçeleri birileri çıkıp suluyordu akşam üzeri olunca. Islak toprak kokusunu oldu olası severdi Arzu. Epeydir de duymamıştı. Sus sesi ve toprak kokusu hoşuna gitti. Sonra bir çocuk etini koparmışlarcasına ağlamaya başlayınca, annesi onu bastıran sesiyle azarladı. Çocuk biraz sesini yükseltecek oldu ama sonra koşturan ayak sesleri duyuldu ve ses kesildi. Hava karardığında, televizyon ve cır cır böceklerinin sesi kalmıştı sadece.
İçeri girip kuruyan çarşafı serdi yatağa, bilgisayarını getirdi. Daha internet işini halledemedikleri için telefonunun internetini kullanıyordu. Yazıldığı kurslardan birini açtı ve dersini başlattı. Bir buçuk saat sonra, sürekli ekrana bakmaktan yorulan gözlerini kapatıp hemen uyudu.
Ertesi sabah, daha erken ve daha dinç uyandı. Yaratıcılık ile ilgili başladığı ders çok hoşuna gitmişti. Aynı kahvaltı, kahve çalışma rutini sonra çıkıp yine eksik tamamlama, balkonda akşam yemeği, ders ve uyku. İlk bir haftayı tamamen böyle geçirdi. Bu arada Aytekin beyin karısı Efsun hanım aramış komşularının ona geleceğini söylemişti. Arzu için burada sosyalleşme fırsatı olacaktı bu. Kadıncağızın nezaketini kırmak istemediği için kabul etti, ilk gideceği eve boş gitmek olmayacağından çarşıya uğrayıp bir mutfak hediyesi aldı. Zaten pek seçeneği de yoktu. Yeni tişörtlerinden biri ve yırtık kotunu giymişti, ev oturması için süslenmek abartı kalırdı herhalde.
Efsun hanım hediyeye hem şaşırdı, hem sevindi. Komşular çoktan gelmişler, içeriden çay kaşığı şıkırtıları duyuluyordu. Efsun gülümseyerek içeri girince, üzerindekilerin bu gün olayı için pek uygun olmadığı fark etti. Onun gibi giyinen kimse yoktu. Kadınlar da onu baştan aşağı bir süzdüler ama sonra sıcak bir şekilde sarılıp öptüler. Bol bol kısır, kurabiye, börek yedi. Kocalar, çocuklar, ev işleri, yemek tarifleri konuşuldu. Kimse Arzu’ya özel hayatı ile ilgili bir şey sormayınca önceden tembihlendiklerini anladı Arzu. Bu da nazik bir davranıştı. En azından özel hayata saygısı olmayan, meraklı insanlar değillerdi belli ki. Arzu’da zaten o konulara hiç girmek istemiyor, tanımadığı insanların önünde ağlamaktan çekiniyordu. Annesi ile güne gelen bir çocuk gibi tıka basa yiyip, konuşulanları dinledi. Nasılsa o bir şey anlatmak zorunda değildi. Film izliyor gibi hem yiyip, hem dinliyordu.
(devam edecek)
Çok hoşuma giderek okuyorm biraz daha uzun olsa
BeğenLiked by 1 kişi