Nefes’in babasının soyadını alması, vesayet süreçleri derken üç ay çabucak bitiverdi. Artık Nefes istediği her şeye, hatta fazlasına sahip olmuştu. Seher hanım olanlardan çok mutluydu. Nefes eline geçen ilk parayla Selim ağabeyi ile ona çok güzel hediyeler alıp getirmişti.
“Keşke annem de bunları görseydi” diyerek sarılıp ağlamıştı ikisine, “Bundan sonra benim ailem sizsiniz!”
Anneannesi ve dedesinden kalan evde eşyaları ile duruyordu. Nefes o evde Seher teyzesinin oturmasını istiyordu, tabi eşyalar satılıp, bakımı yapıldıktan sonra.
“Kızım biz ne yapacağız koca evde?” dedi Seher hanım şaşkın bir şekilde, “Ayrıca ben annene acı çektiren insanların evinde oturamam!”
“Ama Seher teyze artık sizin de rahat etmenizi istiyorum!” dedi Nefes, sonra avukatla konuşup, evi satmak istediğini söyledi. Bahçeli ev çok güzeldi ama Seher teyzesi haklıydı. Evin tapusu değil ama vesayeti onun üzerinde olduğundan avukatın gidip önce hakim ile konuşması gerekiyordu. Sonuçta evde yengesinin de payı vardı ve o da bakıma muhtaçtı. Avukat evin satış izni için hakimle konuşacağını haber beklemesini söyledi. Nefes’in doğrudan avukatla görüşüp onun aracılığı ile iletişim kurmaması Mehmet beyi biraz üzmüştü Olanları avukat haber vermişti ona. Mal varlığının yönetimine karışmak istediği için değil elbette, kızının onunla iletişim kurmak için bu işleri bahane etmiyor olması, aralarında hâlâ uzun mesafeler olduğunu gösteriyordu. Haklıydı da bir taraftan, bu güne kadar kimseden yardım almaya alışmamıştı. Zaten baba kız olabilseler görüşmek ya da konuşmak için istemeleri yeterliydi.
Harun ile olan arkadaşlıkları da giderek daha iyi oluyordu. Harun insanı yormayan, uysal bir delikanlıydı. Bazen sadece konuşmadan yan yana duruyorlar yada ders çalışıyorlar, bazen de durduk yere açılan bir konu hakkında saatlerce bıkmadan sohbet ediyorlardı. İsteyen, talep eden bir yapısı yoktu Harun’un, elindeki ile yetiniyordu hayatta her şey için. Ailesinin durumu oldukça iyiydi, maddi olarak bir ihtiyacı olmadığı belliydi ama onun dışında da, daha fazla mutluluk, daha fazla eğlence, daha fazla ilgi, daha fazla arkadaş arayışında kesinlikle değildi. Sürekli okuduğundan anlatacak çok fazla şeyi vardı. Hem okuyor, hem okudukları hakkında düşünüyordu.
“Bilginin varlığı tek başına bir şey değildir, unutursun. Üzerinde düşüneceksin, hayatına katacaksın, uygulanıyorsa uygulayacaksın. Yoksa sosyal medyada okuduğun öğrendiğini sandığın yazılar gibi olurlar. Okur, hayret eder, unutursun. Sonra bir iki ay sonra yeniden karşına çıkar, yine okur, hatırlar, yine hayret eder yine unutursun. Oysa birine anlatsan örneğin, üzerinde tartışsanız. Ya da ne bileyim bir felsefe ise örneğin, yaşam yaşam felsefesi misal, deneyimlemeye çalışsan, unutur musun? Hayır! Neden? Çünkü bilgiyi işlemişsindir artık. yorumlamış, sentezlemişsindir. Bilgi senindir artık.”
Onun bu bilge konuşmalarını severek dinliyordu Nefes. Durmadan düşünüyordu çünkü Harun.
“Kafan kocaman olacak yakında, bu kadar ders, üzerine bu kadar düşünmek!” diye dalga geçiyordu bazen Nefes.
“Kafa kası yapıyorum ben!” diyordu o zaman Harun, “Göbeği eritemiyorum ama beynim taş gibi!”
Tanıştıktan aylar sonra öğrenmişti Harun’un hikayesini. Eskiden böyle değildi Harun, hırslıydı, sosyal hayatı, insanları, kalabalıkları, coşkuyu, eğlenceyi çok seviyordu. Bir de futbolu. Ağabeyi Yusuf ile aynı takımı tutuyorlardı. Takımları o yıl şampiyon olacağı son maça çıkacağında kendi ehliyeti olmadığı için, ehliyetini yeni alan ağabeyine maça arabayla gitmeleri için çok ısrar etmişti. Şampiyonluktan sonra çıkıp bayraklarla konvoya katılacaklardı. Sokaklar boyunca dolaşıp, bağıracak, bayrak sallayacaklardı. Ağabeyi de takıma düşkündü ama Harun kadar fanatik değildi. Sokaklarda dolaşıp, bağırmayı pek anlamlı bulmuyor hatta bunun biraz kaba bir davranış olduğunu düşünüyordu. Bebekler, hastalar vardı evlerde, maç akşamdı, konvoylar ancak gece yarısına doğru sokaklara dökülecekti. Bir takımı tutanların diğerlerine bu rahatsızlığı vermesini hoş gösterecek bir şey değildi şampiyonluk. Kutlanabilirdi ama daha az rahatsızlık verecek pek çok şekilde. Ayrıca ehliyeti, arabası yeniydi. Takımın fanatikleri belki içecekler, sarhoşların yollara döküldüğü saatlerde araba ile gezeceklerdi. Henüz kendini o kadar iyi bir şoför saymıyordu tüm gençliğine ve coşkusuna rağmen. Yine de Harun bu şampiyonluk kutlamasına herkesle dahil olmayı çok istediği için ağabeyine çok ısrar etti. O da sonunda kardeşinin coşkusunu kıramadı, gençti o da nihayet gaza geliverdi. İki kardeş güle oynaya gittiler maçı izlemeye, harika bir şampiyonluk maçı oldu. O kadar çok bağırıyor ve seviniyorlardı ki arabaya varana kadar bile neredeyse sesleri kısılmıştı. Heyecanla arabayı çalıştırıp camları açtılar. Harun yarı beline kadar dışarı sarkmış elinde bayrak avaz avaz yürüyerek stattan çıkan takımdaşlarına bağırıyor, onlar da şampiyonluk naraları atarak ona karşılık veriyorlardı. Dışarı kadar ulaştıklarında trafik stadın etrafında kilit olmuş taraftarlar, evine, oraya, buraya gidenler iç içe girmişti. Nihayet zar zor trafikten sıyrılıp bayraklar sallanan arabaların konvoy haline geldiği bir sıraya dahil oldular. Artık onlar nereye giderse peşinden gideceklerdi. Yavaş ilerledikleri için Yusuf’ta elindeki bayrağı dışarı sallıyor, diğer arabalardan laf atanlara coşkuyla yanıt veriyordu. Karşı takımın taraftarları sessizce stadı terk etmişlerdi zaten. Bir tanesinin arabası Yusuf’un yanına düşünce, adamın içi şişmiş olsa gerek camı indirip Yusuf’a sataştı. Tabi Yusuf ve Harun’un takımlarına ve kendilerine söylenilen sözler karşısında tepeleri attığından adama laf yetiştirmeye başladılar. Ancak bu sırada konvoyun ilerlediğini ve onlara geldiği sırada kavşak ışıklarının kırmızı yandığını fark etmedikleri için Yusuf ayağını gazdan çekmedi. Daha sarı yanar yanmaz gaza basıp fırlayan kamyonet, onların durmayacağını hiç düşünmemişti elbette. O da aynı takımı tutuyordu ve konvoyun yeşilken geçip giden kısmının arkasından bakıyordu bir yandan. O hızla gaza basınca diğer adamı geçip kırmızı da yola fırlayan Yusuf’un arabasını fark etmedi. Harun sadece kamyonetin ışıklarını hatırlıyordu. İki ışık hızla gelip onlara çarpmıştı. İki parlak ışık. Neye ait olduklarını bile anlayamamışlardı Hiç bir şey hatırlamıyordu başka. Kamyonet tam Yusuf’un kapısına çarpmıştı. Kapı Yusuf’la beraber içeri doğru göçmüş, çarpanın hızıyla araba bir takla atıp yolun solundaki elektrik direğine çarpıp ikiye ayrılmıştı. Harun bunları sadece fotoğraflarda görmüştü sonradan. Yusuf’u ise bir daha hiç görmemişti. Oracıkta ölmüştü zavallı. O da iki ay komada kalmışı vücudu kırıklar içindeydi. Harun kendine geldiğinde Yusuf’un mezarında çiçekler bile çıkmıştı. Ailesi Harun’u suçlamıştı suçluyordu. Haklıydılar. Onlar söylemeseler de biliyordu Harun. Bütün hayat bir anda bambaşka bir şeye dönüşmüştü. Tamamen iyileşmesi iki yıl sürmüştü. Bu yüzden üniversite sınavına da iki yıl geç girmişti. Bir yılı iyileşirken kaybetmiş, bir yılı da ilkinde kazanamadığı için kaybetmişti. Vücudu o kadar zamanda iyileşmişti ama zihni iyileşmemişti. Zihnini meşgul edebilmek için sarılmıştı sonra kitaplara ve derslere. Ailesinin yüzüne bakamıyordu hâlâ. Yusuf’u zorlamıştı o şampiyonluk maçı için. Artık takım da tutmuyordu. Hiç bir şeye taraf değildi artık.
Nefes nefesini tutarak dinlemişti Harun’un hikayesini. O kadar üzülmüştü ki teselli edecek hiç bir kelime bulamamıştı.
“Yok ki zaten, ağabeyimi ne geri getirebilir artık! Ailem beni sevmemekle çok haklı! Ben acı getirdim aileye!”
“Saçmalama kimse sana öyle bir şey söylememiş. Senin sağ kalmış olmana ne kadar sevinmişlerdir kim bilir!”
“Söylemeleri gerekmez ki annemin bakışlarını bilmiyorsun sen!”
“Yusuf’un mezarına her gidişinde görsen halini!”
“Ne yapsın üzülmesin mi?” dedi Nefes elinde olmadan.
(devam edecek)