Zeliha gözlerini açtığında muhtarın karısı ile köyden bir kaç kadın başında bekliyorlardı.
“Bebeği merak etme, Nuriye’nin gelini emzirdi onu!” dedi birisi gelip terlemiş alnındaki saçları yüzünden çekerek.
“Vah zavallı kız!” diye inledi bir diğeri.
Yaşadıklarının bir kabustan ibaret olmayıp, gerçeğin ta kendisi olduğunu o zaman bir kez daha hissetti Zeliha.
“Gitti mi?” dedi kurumuş dudakları ile zorla yutkunarak.
“Bakacağız biz sana, bebeğin için toparlanman lazım. İki gündür ateşler içinde yanıyorsun!” dedi muhtarın karısı. Durmadan “Vah!”, Tüh!” çeken kadınları göz ucuyla bakıp kovaladı odadan.
Bir hafta yataktan doğrulamadı Zeliha, Yaren’i getirip koynuna yatırdılar, emzirmesine yardım ettiler. Neyse ki sütü fazla eksilmemişti bunca strese. O masum canın sıcaklığını hissettikçe daha da parçalanıyordu için. Annesiz büyümenin cefasını çok çekmişti Zeliha, şimdi o da babasız bir kız mı büyütecekti. Hem de kimsesi olmadan.
Muhtarın karısı kırk gün tarlaya gitmesine izin vermedi, “Olan oldu artık, batsın tarlası.” dedi öfkeyle. Kendi evinde büyüyen oğlanın yaptıklarına inanamıyordu. Kendi oğlunu arayıp, Veysel’in bir öfke krizi ile yaptığını söylemesini istedi ama maalesef kriz falan değildi olanlar. Veysel kız çocuk istemiyordu. Zaten Zeliha’yı da hiç istememişti. Gençliğine hevesi kaymış, hevesi bitince de bir anlamı kalmamıştı. Başından beri köyde yaşayıp bir aile kurmayı istememişti o. Annesiz, babasız aylarca yama gibi öbür evlerin kapılarından girmişti içeri. Birileri yemeğini getirmiş, birileri çamaşırını yıkamıştı. Hayatında bir anne, bir kadın, bir destek bir köy olmadan devam etmek istiyordu. Bir kadınla nikahlanmıştı sahiden ayrıca, bir oğlu olacağı da doğruydu. Köy yeri gibi değildi oralar, bir kaç ay geçince anlaşılıyordu bebeğin cinsiyeti.
“Bu masumların günahı ne?” diye hırlamıştı muhtarın karısı oğluna telefonda.
“Ben ne yapayım?” demişti oğlan çaresiz, “Gelip üzerime alacak değilim ya ana?”
Öyle ya, Veysel’in bırakıp gittiğini kimin üzerine vereceklerdi şimdi. Bu kız bir başına, köy yerinde, kucağında bebeğiyle nasıl duracaktı. Gençti, güzeldi, sahipsizdi.
Muhtar “Evlendirmemiz lazım!” dedi, “Bizim köyden olmasın ama herkesin yüzüne bakacaklar burada Veysel’in kızıyla”
“Kime vereceğiz elin kızını?” dedi karısı bir hışımla. Ne kolaydı kızları ona buna vermek, sahipli, sahipsiz de olsalar veriliyorlardı kendilerine sorulmadan.
“Vermeyip ne yapalım?” dedi muhtar, “Burada kızı ile başına bir iş gelse vebalini sen alacak mısın kadın? Kendini kurtarsa kızını nasıl koruyacak bu garip?”
Başını eğdi karısı bir şey diyemedi. Herkes kendi erinden kıskanacaktı bir süre sonra. Ersiz köy yerinde kadın olamazdı.
Yaren üç aylığa gelince muhtar uzak bir köyden dul bir adamın kendine bir eş aradığını duydu. Sekiz çocuktan sonra karısı ölüp gitmişti. Evde bir de yatalak annesi olduğu için kendi başlarına idare edemiyorlardı. Çocukların en büyüğü on üç yaşında bir oğlandı.
“Seninki de aralarında kaynar gider!” dedi muhtarın karısı içine sinmese de kızı iknaya mecbur kalmıştı.
Zeliha’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı verilmek istendiği aileyi duyunca. Muhtarın karısı da biliyordu ki bu kuş kadar kız o ailenin elinde ölür gider, çocuğu da ortalıkta kalırdı.
“Ne yapayım kızım?” dedi çaresizce, “Kelin ilacı olsa kendi başına sürer. Burada rahat bırakmazlar seni, gitmek zorundasın”
Zeliha cevap vermedi bir süre, “O zaman kocamdan kalanları satayım hiç değilse, cebimde üç kuruşumla gideyim abla müsade edin olmaz mı?” diye yalvardı.
“Olur tabi kızım senin malın artık onlar ne istersen onu yap”
Bir ay da Zeliha’nın kocasına düşen tarlanın ve oturdukları ev ve içindekilerin satılması ile geçti. Ne yaparsa yapsın demişti Veysel umurunda değildi artık köy falan. Muhtar Zeliha tamam diyene kadar adamı köye çağırmayacağına söz vermişti. Zeliha aklındaki plandan kimseye bahsetmiyordu. Köye üç ayda bir uğrayan bir terzi vardı. Hem kumaş getirip satıyor, hem de erkeklerin ceket, pantolonlarını dikiyor ya da tamir ediyordu. Zeliha’nın geldiği şehirde bir atölyesi vardı. Veysel gitmeden Zeliha’nın da oradan geldiğini duyunca kartını bırakıp, ne zaman isterseniz gelin diye tembihlemişti. Veysel kartı kaldırıp atınca, Zeliha’da belki bir gün yararsa diye çekmece de saklıyordu. Bir gece Yaren’i doyurup, uyuttu, sırtına sarmaladı güzelce, gelen para ile bir kaç parça eşyayı da alıp çıktı evden. Karanlıkta bir kaç saat yürüyecek, otoyola varınca da ilk gördüğü otobüse binecekti. Buradan şehre gidenlerin öyle yaptıklarını biliyordu.
Ay ışığında korka korka tarlaların arasından geçti, havlayan köpeklerin sesleri her defasında yüreğini hoplatıyordu. Eskiden bildiği ne kadar şarkı türkü varsa mırıldandı yol boyunca. Yaren hiç sesi çıkmadan sırtında uyuyordu. Yürüdükçe ağırlaşıyordu sanki çocuk ama şimdi pes edemezdi. Bir an önce ona layık gördükleri ikinci bir cehennemden kurtulmalıydı. Bu yolun sonunda ne olduğunu o da bilmiyordu ama kalırsa başına geleceklerden daha kötü olamaz diye düşünüyordu.
Sırtında bebek, elinde eşyalarla yol sandığından da uzun sürdü. Otoyola vardığında kan ter içinde kalmış, ayaklarının altı zonkluyordu. Yolun kenarındaki bir ağacın altına oturup ağaran günün kızıllığında yola bakmaya başladı. Yaklaşık bir buçuk saat sonra gün kızıllığı sararmaya döndüğünde bir otobüsün gölgesi gözüktü yolun ucundan. Hemen ayağa kalkıp yolun kenarına yanaştı. Otobüs yaklaşınca elini kaldırdı. Otobüsün tıslayarak açılan kapılarından binerken “Allah’ım sana şükürler olsun!” diye geçiriyordu içinden. Yaren’i çözüp kucağına aldı. Kavanoza koyduğu soğuk çorbadan çocuğun ağzına bir kaç kaşık döktü. Sütü kesilmişti artık, kızına ancak çorba veya su ve un ile yaptığı mamadan yedirebiliyordu. Zavallının bağırsaklarını zorluyordu bunlar ama yapacak başka bir şeyi de yoktu.
Otobüs ancak ilçeye kadar gidiyordu. Orada inecek, ilçe otogarından yeniden şehre giden otobüse binmesi gerekecekti. Muavine parayı uzattı. Yaren yeniden uykuya dalınca o da ağaçların kayıp gittiği cama başını dayayıp biraz uyudu. Otogara geldiklerinde saat neredeyse öğlene geliyordu. Kendi karnı da acıktığından simitçiden bir tane simit aldı, yarısını bölüp Yaren’in bohçasına sakladığı çıkına soktu. Başına ne geleceğini bilmeden kuruşunu ziyan etmek istemiyordu. Gidip bir otobüs bileti aldı ve sonra otobüsün kalkmasını beklemeye başladı.
Saatler süren ikinci yolculuk boyunca zaman zaman ağlayan kızını oyalamaya çalıştı, zaman zaman kendi göz yaşları aktı gitti. Köyden çıkıp buralara kadar ulaştığına bile inanamıyordu. Bir bilinmezin içine sürükleniyorlardı yavrusuyla. Şehirde kendi yaşadıkları mahalleye gitse orada kimsesi kalmamıştı. Zaten onları seven kimse olmadığı için de bir faydası olmazdı. Şu terziye bir uğrayacak, ona bir iş verip, başını sokacak bir oda ayarlayıp, ayarlayamayacağını soracaktı. Bebekle ne iş yapabileceğini kendisi de bilmiyordu ama bir atölyede yanında bebeği ile çalışmasına bir şey demezlerdi herhalde. Sonuçta bir tekstil atölyesinde çalışmıştı daha önce, işin nasıl yapıldığını biliyordu.
Yol uzadıkça Yaren huzursuzlandı iyice, kalan simidi de saatler önce yediği için kendisinin de açlıktan midesi bulanmaya başlamıştı. İçinin yanması geçsin diye aldığı çay midesini iyice berbat etmişti. Yarım doldurulmuş kağıt bardaktaki kötü çayı, Yaren’i yakmadan içmeye çalışırken epey çaba harcamıştı bir de. Kalitesiz kağıdın tadı çaya geçmiş, içinde kim bilir ne olan çayın tadı iyice berbat bir şeye dönüşmüştü.
(devam edecek)