Dergide başladığı ilk gün çok heyecanlıydı. Daha yeni mezun biri için bu dergi o kadar büyük bir başarıydı ki, içeri girer girmez kendini bu büyülü atmosfere kaptırdı hemen. Kadınlar ve erkekler, bakımlı ve iyi giyimlilerdi, hepsinin yürüyüşleri bile işlerinin ehli olduğunu hissettiriyordu neredeyse. Bunca işe koşturmaya rağmen hiç yorulmuyor gibi görünüyorlar, hızla oradan oraya gidip geliyorlardı. Öğle tatillerinde çevredeki pahalı restoran ve kafelerde yiyorlar, akşamları ise iş çıkışı bir yerlere uğramadan evlerine dönmüyorlardı.
Çalıştıkları ofiste beş kişiydiler, sadece şeflerinin camekan bir ofisi vardı ve açık ofis olarak çalışan diğer herkesi oturduğu yerden görebiliyordu. Çalışırken konuşmak, gezinmek onların biriminde pek hoş karşılanmıyordu. Herkes dikkatini önündeki bilgisayara odaklamış, ona verilen işi yetiştirmeye çalışıyordu. Sabahın erken saatlerinden mesainin sonuna kadar kahve kokan bir ofisleri vardı. Kahve kokusuna tüm koridorlardan yükselen pahalı parfüm kokuları ekleniyordu.
Burada işe başladığı zaman annesi ve babası yanına gelmiş, öğrenci giysileri ile işe gidemeyeceğini söyleyerek onu alışverişe çıkarmışlardı. Artık o çok rahat ettiği kotlar, tişörtler ve spor ayakkabılar yerine daha rahatsız ama daha şık şeyler giymesi gerekiyordu. Şirketin çoğunluğu bu imajda olmasına rağmen grafikerlerin çalıştığı kısım daha serbest olduğu için ilk bir haftanın arından Nur’da eski ve yeni giysilerini kombinleyerek daha rahat bir tarz oluşturmuştu. Maaşını alınca almayı düşündüğü bir kaç şey daha vardı. Uyum ve işe alışma süreci boyunca kendini çok yorgun hissettiğinden erkenden uykusu geliyordu. Ofistekiler öğlen ve akşam çıkışlarında onu çağırıyor olsalar da o şimdilik pek eşlik etmek istemiyordu. Zaten insanlarla çok iç içe olmaya da alışık olmadığı için kendini böyle daha rahat hissediyordu. Ancak bir süre sonra ofistekilerin imalı sözleri ile baş edemeyince sıklıkla olmasa da mecburen onlara takılmaya başladı.
Sürekli bir alışveriş, yeme, içme, diğer insanlar hakkında konuşma dinlemekten ofis arkadaşları ile dışarı çıktığı geceler baş ağrıları çekmeye başladığını fark etti. Her şeye sahip olmalarına rağmen görünüşe göre bu insanlar hiç mutlu değildiler. Ellerindeki hiç bir şeyle mutlu olamadıkları için olsa gerek sürekli yeni şeyler istiyorlar, mevcut şartlardan şikayet ediyorlardı. Yeni şeyler elde ettikçe onlar da mevcut şartlara dahil oluyor böylece doyumsuz bir döngünün içinde savrulup duruyorlardı. Annesinin ve diğer insanların özenerek izledikleri hayatın bu olduğuna inanmak istemiyordu ama ne yazık ki insanlar çocuklarını yüksek maaşla böyle yerlerde, böyle insanlarla bütün günlerini tüketsinler diye yetiştiriyorlar, hatta bunun için elde ettikleri gelirim tamamına yakınını harcıyorlardı.
Böylece kendi hayatlarını iyi yaşamak için paraları yetmiyor, birlikte vakit geçirecek zamanları kalmıyor, her şeyi ayak üstü yaşayıp hayatlarını tüketiyorlardı. Sonunda çocuklar böyle bir yere girince gururla gözleri parlıyor, onları cennete sokmuşçasına herkese ne kadar başarılı olduklarını anlatıyorlardı. Çocukları büyüyüp böyle yerlere girince başarılı görünseler de mutlu bir hayatları olmuyordu oysa. Nedense herkes başarı ve para ile gurur duyuyordu. Mutluluk ve huzurla gurur duyan insana henüz rastlamamıştı.
Onları çok haksız bulmuyordu aslında, garip bir şekilde insan kendi icat ettiği ve adına para denilen kağıt parçasının esiri olmuştu. Ne ilahi bir yaratım, ne de doğada var olan bir şey olmayan bu kağıt parçasını kendi yapıyor, aynı kalitede kağıtların üzerine farklı sayılar yazıyor, sonra da bu sayılara göre kağıtların değerini belirliyordu. Bu değerlere karşılık hayatının, emeğinin ve zihninin neredeyse tamamını bu tür şirketlere veya benzeri iş yerlerine kiralıyor, kalan posası ile de hayatım dediği kısmı yaşamaya çalışıyordu. Üstelik kendini kiraladığı değere hayatın kalan kısmı pekte mutlulukla idare edilemiyordu. Her şeyi o kağıt parçası ile almak zorundaydı. Hayat dediği şeyin tamamını ona bağlamıştı.
Biri çıkıp da “Kardeşim bu parayı biz bulmadık mı, kaldırıp atalım, para olmadan önce nasıl yaşanıyorduysa ona dönelim!” demiyordu. Bu yüzden insanlar yokluk içine düşüyor, sağlık desteği alamıyor, gıdasız, eğitimsiz, savunmasız kalıyor ve sonucunda ceplerindeki kağıtların değeri kadar değerli sayılıyorlardı. Kendini yaratılmışların en zekisi sanan bir tür için ne kadar aptalca bir durumdu bu aslında. Bu da yetmezmiş gibi her ülke kendi parasını yapmış ve bu paranın diğer ülke paralar karşısında değerini eksiltip artırarak bir yarışa giriyordu. İnsanlar ve ülkeler bu boyalı kağıtlar için her şeyi yapıyorlardı. Değerli ve sahip olmak istiyorlardı çünkü. O paralar kadar değerli ve o değerlerin alabileceği her şeye sahip.
Bir süre sonra hissettiği baş ağrılarının tüm bu anlamsız ve hırs dolu yaşamlardan kaynaklandığını fark etmeye başladı. Çalışmadıkları hafta sonları kendini daha iyi hissediyordu. Hemen yeşillik bir yerlere gitmeye çalışıyor, onu sakinleştiren müzikler dinleyerek yürüyüş yapıyordu. Hafta içi öğlen tatillerinde yemek zorunda kaldığı o kağıt değeri yüksek ama besin değeri düşük yiyeceklerin de ona yorgunluk yaptığını anlamıştı.
“Evrende her şey ışık ve karanlıktan oluşur, ışık ile yaratılanlar ışık ile beslenir. Karanlığın ürettiği şeylerle beslenmeye çalışan ışık varlıkları sonunda zayıf düşecekleri için sonunda hastalanırlar ve mutsuz hissederler.” demişti zihin okuyucu. “İnsanlar kendilerini kaybetmiş olsalar da ışık varlıklarıdır. Nur ile yaratıldıkları için karanlığın ürettiği her şeyi bedenlerine ve zihinlerine dahil ettiklerinde onlara olacak olan da tükenmek ve ışığını kaybetmektir”
İnsanlar kendi ışıkları eksildikçe diğerlerinin ışığından beslenmeye çalışıyorlardı farkında olmadan. Bunu birbirlerine yaklaştıklarında, birbirlerine yüreklerini açık tuttuklarında yapıyorlardı daha çok. Gün sonunda ışığı eksilenin kendini mutsuz, diğerinin ise daha iyi hissetmesinin nedeni buydu. Işık el değiştiriyordu.
“Nur eksiliyor, renkleri kararıyor” derdi büyükannesi kötü insanlar için. Işığı eksilen insanın yüreği kapanıyor acıma, merhamet, yardım, saygı, sevgi gibi ışığa ait duyguları kayboluyordu. Hani şu serili uzay filmlerinden birinde söylendiği gibi “karanlık tarafa geçiyorlardı”
Nur baş ağrıları, kendini sürekli yorgun hissetmesinin nedenini bulduktan sonra daha dikkatli olmaya başladı. Öğlenleri evden getirdikleri veya satın alabildiği daha sağlıklı yiyeceklere yöneldi ilkin, sonra insanlarla birlikte olduğu zamanlarda kendi içinde bir farkındalık geliştirerek onlara daha az dikkatini vermeye başladı. Tıpkı zihnine kulak vermediği gibi onlara da kulak vermiyordu aslında. Onlarla arasında şeffaf bir duvar olduğunu ve bu duvarın aralarındaki her tür görünmez alışverişi engellediğini düşlüyordu.
“Tesla ve Einstein hakkında daha çok okumalısın. Onlar tarihte bir bilim insanı olmaktan fazlasıydılar, aslında hayatın sırlarını da bilimleri aracılığı ile çözmüşlerdi.” diyen madde sihirbazıydı, “Hayal gücü bilgiden önemlidir!” demişti Einstein, ““Evrenin sırlarını bulmak istiyorsanız enerji, frekans ve titreşim cinsinden düşünmelisiniz.” diyen ise Tesla’ydı. Meraklısı için bu iki bilim insanının sözlerinin peşinden gitmek pek çok sırrı açığa çıkarabilecekti. Hem de oldukça basit ve anlaşılır bir şekilde. Hiç bir şey sandığımız kadar zor değildi aslında. Hiç bir şey için kendimizi feda etmemiz veya hırpalamamız, hatta kendimizden vazgeçmemiş gerekmiyordu. Yüzlerce yıldır bu kadar çok çalışıp, para kazanmaya çabalamanın mutsuzluktan başka bir şey getirmediği nesiller boyunca gözlemlendiği halde her nesile bir önceki nesilden daha çok para kazanması gerektiğinin öğretilmesi ve buna şartlandırılmaları çok ama çok saçmaydı. Para öyle bir hale gelmişti ki ne varlığı ne de yokluğu mutluluk getirmiyordu artık.
(devam edecek)