Ertesi sabah uyandığında, hemen koşup içeri baktı, annesi ve Osman çoktan gitmişlerdi. Okula gitmeden bir şeyler yiyebilmek için hevesle buzdolabını açtı ama dolap her zamanki gibi bomboştu. Annesi nedense sürekli bir şeyler pişirdiğini, hazırladığını veya aldığını söylüyor ama Seval onları bir türlü bulamıyordu. Masanın üzerine, yatakların altına, her yere baktı ama yine bulamadı annesinin hazırladığı o güzel yiyecekleri. Çok yorulduğunu söylüyordu sürekli Ahu Seval’e, küçük bir kıza hem annelik, hem babalık etmek, yemek, bulaşık, çamaşır hepsi zor işlerdi bunların. Her gün tuvalet banyo ovmaktan delinmişti elleri. Annesinin ojeli ve düzgün ellerine bakıyordu Seval böyle konuştuğunda, evin içinde her zaman toz yumakları uçuyordu. Kıyafetlerinin üzerine yapışmasınlar diye kıyafet sepetini odasındaki sehpanın üzerine koymaya başlamıştı. Elektrik süpürgesi çalışmıyordu ama Ahu bazen süpürgeyi alıp şarkı söyleyerek evi içinde dolanıyor ve süpürüyormuş gibi yapıyordu. Seval’in tüm bunları anlamlandırması çok zordu. Bunlarla yaşamaya alışmıştı. Yine de televizyonda gördüğü o güzel yemeklerden annesinin de yapmış olabileceğine dair umudunu kaybetmiyordu bir türlü. Osman geldiğinde bir şeyler getiriyordu ikisine de ama bu hep pide, döner ya da öyle bir şey oluyordu. Ahu her seferinde “Neden alıyorsun bunları benim yemeklerimi beğenmiyor musun?” diye soruyordu adama. Adam hiç cevap vermiyordu artık. “Bu gün de dışarıdan yiyelim yorulma !” diyordu bazen de. O zaman çok mutlu oluyordu annesi. Dışarıdan yemek iyi bir şeydi demek ki. Şimdi o pide ve dönerden olsa aslında hiç burun kıvırmadan yerdi ama ne yazık ki buzdolabında hiç bir şey yoktu. Kullanılmadığı için olsa gerek evin en temiz yeriydi aynı zamanda buzdolabının içi. Karnı guruldayan Seval ekmek kutusundan bir parça ekmek çıkardı, birazını yedi, birazını da sarıp çantasına koydu. Üzerini giyinip okula gitti. Bu sabah soba yanmadığı için ödevleri de yanmamıştı. En azından bir hafta boyunca böyle bir şey olmayacaktı.
O gün ödevini tam yaptığı için öğretmeninden aferin aldı ve mutlu bir şekilde eve döndü. Ev buz gibiydi ve yine yiyecek hiç bir şey yoktu. Annesinin dolabındaki elbiselerin ceplerine ve çantalarına baktı ama hiç para bulamadı. Bazen oralarda bir kaç kuruş unuttuğu oluyordu. Ekmek kutusunda hâlâ biraz ekmek vardı. Gidip onu kemirdi, suyla. Sonra oturup ödevlerini yapmaya başladı. Hava kararmaya başlayınca koşarak evin bütün ışıklarını açtı. Sonra gidip odasındaki televizyonu ve sesini açtı. Böylece dışarıdan gelen sesleri duyamıyordu. Annesi ve Osman olmadığı için odada kilitli kalmak zorunda değildi. Yorganını getirip salondaki kanepeye yattı. Uyumaya çalıştı ama televizyonun sesi çok geldiği için başaramadı, kalkıp kıstı biraz yeniden yattı ve gözlerini sımsıkı yumdu. Gece yarısı tuvaleti gelip uyandığında ev kapkaranlık olmuştu. Ağaçların içeriye düşen hareketli gölgelerini görünce küçük bir çığlık attı. Yapraksız dallar sert rüzgarda savruldukça içeride garip gölgeler oluşuyordu. En korktuğu şey olmuş evde tek başınayken elektrikler kesilmişti. Korkarak kalktı ve mutfak çekmecesinden yarısı yanmış mumu buldu ama onu neyle yakacağını bilmiyordu. Ocağı yaktı ve mumu ocağa tutarak yakmaya çalıştı, mumun eriyen sıvısı ocağa damlamaya başladı, sıcaklığı ise elini acıtıyordu ki mum nihayet tutuşmaya karar verdi. Hemen bir çay tabağına akıtıp tutturdu onu ve etrafı kolaçan ederek tuvalete gitti. Salondaki gölgeler çok fazla olduğu için dönüşte odasına gitti yorganını alıp. Evde başka mum olmadığı için söndürmek zorunda kaldı. Yarın gece yine elektrik kesilirse tamamen karanlıkta kalmak istemiyordu. Dışarıda rüzgarın gücü arttıkça atılmış karton parçaları, pet şişeler bile yuvarlanıp, oradan oraya çarpıyordu. Yorganın altında korkusunu yenemeyince, inip yatağın altına girdi. Yorganına iyice sarılıp büzüştü.
Kapının sesiyle açtı gözlerini sabah. Nerede olduğunu anlayamadığı için başını hızla kaldırınca yatağın somyasına çarptı. Çıkmaya çalışırken saçları somyanın yaylarına takıldı, eliyle onları kurtardı canı acıyarak ve koşarak kapıyı açtı.. Geceyi yatağın altında geçirdiği için üzeri, başı, saçları toz yumakları içindeydi. Az önce yatağın yaylarına takılan saçları darmadağın olmuştu.
Kapıdaki kadın ne söyleyeceğini unutmuş gibi bakıyordu yüzüne.
“Günaydın!” dedi Seval gülümseyerek, kadının hali komiğine gitmişti kendi halini görmediği için.
“Günaydın!” dedi kadın da şaşkın bir gülümsemeyle, “Zor bir sabah mı oldu acaba?”
Seval kadının üzerine baktığını fark edince hemen eğildi ve üzerindeki toz yumaklarını silkeledi eliyle, “Yeni uyandım!” dedi sonra utanarak, “Henüz yüzümü yıkamadım!”
“Ha tamam!” dedi kadın yine gülümseyerek, çocuğun bu hale nasıl geldiğini anlayamamıştı, “Annen evde mi?”
“Hayır yok!”
“Ne zaman gelecek?”
“Bir hafta sonra!”
“Peki ya baban?”
“Babam yok”
“Kardeşlerin?”
“Kardeşim de yok!”
“Evde kim var senden başka?”
“Kimse yok!”
Kadın yine durdu şaşkınlıkla ve sonra kaşlarını kaldırıp ona doğru eğildi ve devam etti konuşmaya “Sen tek başına mı kalıyorsun bu evde?”
“Evet”
“Kaç yaşındasın?”
“Sekiz”
“Evet büyükmüşsün, ben yeni komşunuzun ve aslında annenle tanışmak için gelmiştim, belki bir kahve içeriz diye.”
“Benim adım Seval, kahve yapmayı bilmiyorum ama isterseniz gelebilirsiniz”
Kadın merakını yenemeyip girdi içeriye “Benim adım Sultan, memnun oldum tanıştığımıza!”. Ev o kadar pis ve dağınıktı ki, hemen dışarı çıkmak istediğini fark etti ve hızla geri dönüp, “Sen kahvaltı ettin mi?” diye sordu Seval’e.
“Şey aslında hayır!” dedi çocuk, o kadar acıkmıştı ki, daha kahvaltı derken yutkunmaya başlamıştı.
“Tamam o zaman haydi sen bize gel birlikte kahvaltı edelim. Sonra annen gelince ben de size gelirim olur mu?”
“Harika olur!” dedi Seval el çırparak, “Siz gidip ben üzerimi giyinip geleyim!”
“Tamam bekliyorum” dedi kadın çaresiz bir şekilde eve son bir göz attıktan sonra.
Kadın gider gitmez toz içinde olmaktan çok utandığı için hemen banyoya koştu, ev ve sular çok soğuktu ama böyle pis bir şekilde dışarı çıkılmazdı. En azından bunu öğretmişti annesi. Kadıncağız onu bu halde görünce kim bilir ne düşünmüştü. Evdeki paslı aynada kendine bakmıştı girince ve kadının yüzündeki o garip ifadeyi ancak o zaman anlayabilmişti. Bu kötü imajı düzeltmek için titreyerek yıkandı, temiz kıyafetlerinden giyindi ve saçlarını okula gidiyormuş gibi tarayıp hemen arkadaki eve koştu.
Sultan hanım onun örgülerinden damlayan sulara ve kırış buruş olmuş elbisesine bakmamaya çalışarak gülümsedi ve içeri aldı. O gelene kadar biraz ekmek kızartmıştı. Evin renkli koltukları, sevimli perdeleri, sehpaları ve üzerlerindeki minik süsler, harika kokusu Seval’e bir masal evine girmiş hissi vermişti. Kendi evleri ile hiç ilgisi yoktu bu evin. Mutfakta neşeli ve masa örtüsü ile takım perdeler asılıydı. Ayıp olmasın diye yan gözler her yanı inceliyordu ki kahvaltı masasını görünce her şeyi unutup hemen oturdu. İki çeşit reçel, iki çeşit zeytin, tereyağı, kızarmış ekmek, bal, peynir, domates, salatalık ve yumurta! Yemeklere öyle hayran bakıyordu ki, Sultan hanım çocuğun haline üzülüp, “Bekleme lütfen başla, çayları doldurayım ben de!” demek zorunda kaldı. Çocuk o söylemeden hiç birine elini bile uzatmamıştı.
O arkası dönük çayları doldururken Seval ağzına olabildiğince çok şeyi doldurmuştu bile. Damağında oluşan lezzet o kadar güzeldi ki bu halde zor nefes alıyor olması umurunda bile değildi. Çoğunu çiğnemeden “Gurp!” diye bir ses çıkararak yuttu.
“Beğendin mi?” dedi kadıncağız gülerek, çocuğun çok aç olması içini acıtmıştı ama onu korkutmak ya da rencide etmek istemiyordu.
“Harika, gerçekten! Bayıldım!” dedi Seval ağzı dolu bir şekilde.
(devam edecek)