Erhan o gün ve ertesi gün sadece duvardan karşı daireyi dinleyebilmişti. Sevil’in ağlaması ya da herhangi bir patırtı duymadığı için biraz rahatlamıştı ama yine de kızı gözüyle görmeden neler olduğuna emin olamıyordu. Pazar günü karşı dairenin kapı sesini duyunca yataktan fırlamış, az kalsın yorganına basıp düşüyordu. Son anda kapının deliğinden dışarıya bakabilmiş, Kemal beyi, oğlu ve karısıyla giderken görmüştü. En azından adam dışarı çıktığına göre olaysız bir gün olacaktı. Sonra aynı karşı dairedeki yaşlı kadına benzediğini düşünüp gülerek yatağa geri dönmüştü.
Pazartesi sabahı, Sevil, nişan elbisesinin torbasını alıp çıktı evden erkenden, bu torbayla otobüse binmek istemediği için yakındaki bir kuru temizlemeye bırakacaktı. Durağın biraz ilerisinde geçerken gördüğü bir yer vardı. Apartmandan çıkar çıkmaz yine Erhan’la burun buruna gelince sıçradı.
“Her defasında korkutuyorum seni!” dedi Erhan gülerek.
“Senden korkmamam gerektiğini öğrendim!” dedi Sevil gülümseyerek.
Onun güldüğünü ilk kez görüyordu Erhan, dudağındaki şişlik inmiş, yüzündeki morluğun kalanını da yine kapatmıştı makyajla.
“Evde işler yolunda mı?” dedi sonra hemen.
“Evet iki gündür kimseden dayak yemiyorum!” diye başını önüne eğdi Sevil.
“Harika! Durağa mı gidiyorsun?”
“Hayır bu defa kuru temizlemeye sonra otobüse bineceğim!”
“Tamam, geleyim bende o halde!”
Yine ikisi birlikte yürümeye başladılar. Erhan sohbet etmek istiyordu ama ne söylemesi gerektiğini bulamıyordu bir türlü. Sevil ise başını önüne eğmiş hiç kaldırmadan hızla adım atıyordu. O da bir şeyler konuşmak istiyordu böyle sessiz yürümemek için ama ne söyleyeceğini bilmiyordu.
Böylece kuru temizlemeye kadar yürüdüler beraber. İçeri girince dükkanı kaplayan kokunun yükseldiği elbiseyi gördü Erhan, adam yüzünü buruşturarak çıkardı torbadan şöyle bir çırpıp sağına soluna baktı elbisenin.
“Abla kedi mi öldü bu elbisenin içinde !”
“Beklemiş biraz!” dedi Sevil utanarak, “Ne zaman verirsiniz?”
“Bu koku çıkar mı bilmem ama iki gün sonra veririz!” diyerek bir kağıt yazıp tutuşturdu kızın eline adam.
Dükkandan çıktıklarında adam peşlerinden koşup yetişti ve kapıyı açık bırakarak yerine döndü. Adamın onlara bir şey söyleyeceğini sandıkları için ikisi de durup baktılar önce ama sonra kapıyı açıp geri döndüğünü farkedince yürümeye başladılar durağa doğru.
“Senin değil herhalde o elbise?” dedi Erhan gülmeye çalışarak.
“Değil ama nişana bana giydirecekler maalesef!” dedi Sevil duyulması zor bir sesle.
“Ne nişanı? Bozulmadı mı o iş?” dedi Erhan hayretle, “O fotoğrafları çeken salakla mı evleneceksin?”
Cevap vermeden yürümeye devam etti Sevil.
“Bana düşmez elbette” diye devam etti Erhan bu sefer, kızın hayatını bu kadar da kontrol etmeye çalışması gerekmiyordu, “İstiyor musun?”
“Hayır!” dedi Sevil o sırada durağa yaklaşan otobüse elini kaldırınca otobüs durağa gelmeden durdu ve kapılarını açtı, “Teşekkürler her şey için!” diyerek bindi otobüse.
Erhan arkasından bakakaldı bir süre, dayaktan kurtulmuştu ama nişandan kurtulamamıştı belli ki. İçi cız etti duyar duymaz, ona ne oluyordu sanki ama istemiyordu bu nişanın olmasını. O geri zekâlının babasından bir farkı yoktu ki zaten. Sinirli sinirli yürüdü eve doğru.
Sevil onu gözleriyle izlemişti otobüse bindikten sonra, sabah onu görür görmez kalbi çarpmaya başlamıştı aslında. Birlikte yürümekten de çok hoşlanmıştı. Ona acıyan bu iyi adama bir şey hissetmemesi gerekiyordu ama hissediyordu işte. Hayri’yi düşününce gözleri doldu birden bire, hele o elbise!
“Bu gün benim ilk iş günüm!” dedi kendi kendine, “Bu fırsatı heba etmeyeceğim!”
Ertesi sabah apartmandan çıktığında Erhan’ı göremediği için biraz buruldu ama kendi kendine onun sadece kadınları koruyan bir avukat olduğunu tekrarlayıp yürüdü durağa doğru. Yine de otobüs gelene kadar geliyor mu diye kontrol etmekten kendini alamadı bir türlü.
Erhan Sevil’in olanlara rağmen o adamla nişanlanacağına duyunca bozulmuştu epeyce, kızın bu ailenin yanında onların dediğini yapmaktan başka çaresi olmadığını biliyordu ama kendi işi olan bir iş yetişkin olduğunu düşününce biraz daha cesaretli olamadığı için kızıyordu içten içe. Öte yandan babası dayaktan iki gün vazgeçti diye nişanlanmak üzere olan bir kızın her sabah peşinde gezerse bu defa etrafın sahiden kıza asıldığını düşüneceği aklına gelmişti. Çok istemesine rağmen kalkıp karşılamamıştı Sevil’i bu yüzden. Kızı kurtardı diye rahat hareket etmeye devam ederse başına başka işler açabilirdi bu sefer. Kızı kurtarmamıştı da zaten, sadece başka bir dayakçının koynuna sokulana kadar vücudunda morluklar olmasını engellemişti. Sıkıntıyla kalktı yataktan.
Bu kız kendi kendini kurtaracak şartlara sahip değildi, öyle görünüyordu ama değildi işte. Haklıydı, alacağı parayı bile bilmeden, yaşayacak yeri olmadan neye güvenip terk edecekti o evi. Bir de kıza otelde kalalım, bana gel gibi saçma çözümler önermişti. Saçma değildi tamam o an için eve dönmesini istemediği için söylemişti ama Sevil açısından bakınca sonra ne olacaktı. Geceyi bir otelde ya da dairesinde bir adamla geçirdikten sonra hâlâ kimi inandıracaktı masum olduğuna. Etrafın beklediği tek bir kozdu zaten. Hastanede onun yüzüne ve saçına dokunmasından sonra geceyi aynı çatı altında geçirmeleri herkese istedikleri o fırsatı verecek hem kızı hem Erhan’ı bitireceklerdi.
“Ne yapayım o halde?” dedi kendi kendine, “Ona sordum, o adamla nişanlanmak istemiyor! Ne yapayım kızı kaçırayım mı yani?”
Evin içinde bir aşağı bir yukarı dolandı durdu.
“O elbise ne öyle ya?” dedi sonra sinirli sinirli. Kuru temizleme ertesi gün verecekti elbiseyi. Nişan ne zamandı acaba?
“Ne yapacaksın? Davetiye mi isteyeceksin?” diye söylenerek mutfağa gitti bu sefer, buz dolabını açıp bir şeyler atıştırdı. Öğleden sonra bir randevusu vardı yine şu miras davası ile ilgili. Annesi ve babası aylardır bir akşam yemeği randevusu istiyorlardı ondan, artık oyalayamadığından akşama da onlarla buluşmayı kabul etmişti hiç istemese de. Babasının mesleği ve iş etiği hakkında vaazlarını dinlemek istemiyordu. Annesi onu bir arkadaşının kızı ile tanıştırmak istiyordu muhtemelen yine. Çok cici onun kariyerine uygun bir kızdı muhakkak! Hemcinslerinin yaşadıklarından habersiz kuaför, alışveriş merkezi, arkadaş toplantıları ve işi arasında mekik dokuyan eğitimli bir kız olduğundan şüphesi yoktu. Hayır tenkit etmiyordu böylelerini, suçlamıyordu da ama Sevil ve diğerlerini gördükten sonra onlarla vakit geçirmek, sorun olmayan şeyleri sorun edişlerini dinlemek yüreğini şişiriyordu.
“Yabanileştin sen bu tür insanlarla dolana dolana!” demişti annesi.
“Yabani mi?” demişti hayretle, şu karşı dairece küçücük canı ile her tür şiddete maruz kalan kız mı yabaniydi yani? O kısa boyuyla gücü kızına yeten hayvan herif değil, babasının bir kopyası olmuş o geri zekalı ergen, yabaniydi asıl. Ne yiyip içip o hale geldiğini anlayamadığı o kocakarıya ne demeliydi peki? Evet yabanilerle çevrilmişti çevresi haklıydı belki annesi ama yabanilerin içinde kalmış olanları kim kurtaracaktı onların karşısına dikilip, aralarında dolaşmazsa.
Gidip duşunu aldı ve giyinip çıktı evden, randevusunu önemsiyordu. O sandıkları gibi bir serseri değildi, işini kendi istediği gibi yaptığında seviyordu.
“Ne yani modern zaman kahramanı mısın sen şimdi?” dedi Mücella hanım gülerek.
Annesinin tepkisini umursamadı Erhan, onlara Sevil’de bahsetmişti çünkü hiç bir şey yapmadan durabileceğini sanmıyordu artık. Sonrasında ailesinin duyacağı bir şey olursa en azından hikayeyi ondan dinlemiş olmaları iyi olur diye düşünmüştü. Yoksa zaten anlamayacaklarını biliyordu.
“Robin Hood!” dedi Turgay bey de karısına eşlik ederek.
(devam edecek)