Eve geldiğinde babası Hayri ile konuştuğunu nişanın bozulmadığını müjdeledi hemen. Müjdeledi derken elbette kızına sevgi dolu yaklaşıp bir konuşma yapmamıştı. Sesini fazla yükseltmeden ama tükürür gibi söylemişti hepsini.
“Bir kaç güne gelecekler istemeye, yüzüne ne sürüyorduysan sür ondan gene!”
“Babana dua et!” dedi Kevser hanım ağız eğerek, “Senin iyiliğin için konuştu ikna etti nişanlını! Yoksa kimse almazdı seni dün olanlardan sonra!”
Sevil’in zaten canı sıkılmıştı Hayri ve nişan lafını yeniden duyunca, cevap vermedi üvey annesine. Sanki elin adamını takıp peşine kapıya o dikmişti. Artık nefret ediyordu bu evdeki herkesten. Şimdi nişan da olacağına göre nasıl kurtulacaktı bakalım.
“Derya ile gitse miydim?” diye geçirdi içinden ama sahipsiz bir kız nereye gitse sahipsiz kalacaktı, oraya gitse başına neler geleceğini kim bilebilirdi. Hayri ve ailesinin onu bir daha istemeyeceğine emindi oysa ki.
“Üstüne başına da bir şey alın şu kızın, el içine çıkmasın böyle sokak kızları gibi!” diye araya girdi Mevhibe hanım. Kızların öyle kot tişört gezmesine karşıydı hep. Kıçları başları ortada eskiden pazarda giyilmeyecek şeyleri giyip geziyorlardı. Kız dediğin hanım hanımcık eteği çorabı olurdu. İşe gidiyordu bir de bu üzerindekilerle.
“Benim nişan elbisem duruyor!” dedi Kevser, “Ne gerek var şimdi bir sürü masraf edeceğiz, biraz daralttırırız Safiye hanıma rica edip, idare eder o gece!”
Kevser hanım kırk dört beden giyiyordu şimdi, nişan elbisesi de olsun olsun kırk iki beden olsundu. Kuş kadardı Sevil neredeyse otuz altı bedendi. Sevil yine cevap vermeden mutfağa gitti, masayı hazırlamaya başladı. Birazdan Kevser hanım elinde bir jarseden pırıltılı bir elbise ile çıkageldi kıza doğru fırlattı elbiseyi.
“Giy şunu da baksın Safiye abla ölçüsüne söyledim gelecek birazdan! Ancak yetişir.”
Elbise on yedi yıllıktı, belli ki nişanda bir kez giyilmiş ve hiç yıkanmamıştı. Ter kokusu üzerine sinmiş kalmış, oradan oraya itildiği için de kırış kırış olmuştu. Sevil’in yüzü buruşur gibi olunca ter kokusundan
“Ne o hanım efendi beğenemedin herhalde! Duruyorsa bul da ananınkini git o zaman!” dedi ters ters.
Erhan onu korudu diye güç aldığından mı nedir Sevil’e de bir karşı koyma hissi geliyordu dünden beri sürekli, daha önce hiç olmadığı kadar terslemek, cevap vermek, kapıyı çarpıp çıkmak istiyordu ama düşünmeden hareket etmek istemediği için kendini kontrol etti. Gözleri dolarak elbiseyi alıp içeri odasına gitti.
Hayatı boyu almayacağı bir elbiseydi bu. Üzerindeki ışıltılar öyle fazlaydı ki, ancak sahnede giyilebilir gibi gelmişti Sevil’e. Boynuna kadar kapalı, eteği yerlere beraber tüllü ve simli, bele oturan kısmının önünde kocaman tülden bir fiyonk vardı. O kadar boldu ki Sevil’in beline oturması için zaten elbisenin yarısının gitmesi gerekiyordu.
“Kız geldi Safiye abla haydi giyemedin mi daha?” diye seslendi içeriden Kevser hanım.
Sevil üzerinden dökülen kırış kırış elbise ile salona geldi. Mustafa onu görür görmez gülmeye başladı ama annesinin bakışlarını görünce sustu.
“Haydi siz içeri gidin babanla elbisenin ölçüsü alınacak!” diye kovaladı Kemal beyle ikisini, sonra Sevil’in üzerindeki elbiseye bakıp iç çekti “Ah ne gençtim, güzeldim. Bu elbisenin içinde prensesten farkım yoktu ama sen giyince elbisenin havası bozulmuş resmen!”
Kızın üzerindeki kırış kırış elbiseyi görünce Safiye hanım da iç çekti “Zavallı kız!” diye geçirdi içinden ama belli etmemeye çalışarak yanaştı bedeni nasıl daraltacağına bakmaya, o zaman elbiseden yükselen ter korkusu doldu burnuna.
“Kızım sen bu elbiseyi nerede sakladın önce bir yıkasaydınız bari!” dedi kafasını çevirerek.
Kevser kadının tepkisine bozuldu ama belli etmemeye çalıştı, “Abla yıkanır mı o elbise ya görmüyor musun ne kadar güzel!”
“Kuru temizlemeye ver bari önce, kokuyor kızım bu! Elin yanına böyle mi çıkacak! Midem bulandı vallahi, temizlet öyle alalım ölçüsünü!” dedi geri çekildi Sevil’in yanından.
“Aman tamam! Git çıkar!” diye höykürdü Kevser Sevil’e dönüp, “Yarın hastaneye gitmeden götür ver! Staj paranla ödersin!”
Safiye hanım içinden “La havle!” çekip yürüdü kapıya gitti. İki kat üstlerinde oturuyordu, evden tadilat yapıp tek oğlunu okutmaya çalışıyordu. Apartmandakiler işi düşünce hemen geliyorlardı kapısına. Sevil’in başından beri yaşadıklarını o da biliyordu herkes gibi ama dün olanlarda kapıya dizilmemişti diğerleriyle. Etliye sütlüye karışmayı sevmezdi. Derdi oğlunu sıraya katmaktı sadece ama elbisenin halini görünce de sessiz kalamamıştı. Sinirli sinirli çıktı evine.
“Aman bunun da kıçı kalktı bir iş yap deyince!” diye söylendi arkasından Kevser hanım.
Sevil içeri geçip elbiseyi çıkardı hemen, koku üzerine sinmişti, banyoya girip silindi. Elbisenin torbasının ağzını bağlayıp balkona koydu Odanın içini sarmıştı leş kokusu! Salona döndüğünce Kevser hanım kocasına Safiye hanımın söylediklerini şikayet ediyordu.
“Ödesin staj parasıyla!” dedi Sevil içeri girince, Kemal bey hiç sesini çıkarmadı. Eline geçecek üç kuruşta bu leş elbise uğruna gidecekti böylece.
Sevil canı sıkkın ama bir akşam daha dayak olmadan geçirmenin rahatlığıyla odasına gitti yemekten sonra, yatağa yatıp biraz ağladı sessizce. Annesini düşündü, babasına okuması için söz verdirirken başına bunlarında gelebileceğini tahmin etmişti mutlaka, bunlara mecbur kalmasın başının çaresine bakabilsin diye istemişti bir mesleği olmasını. Ertesi gün pazar olduğu için gitmeyecekti hastaneye. Her pazar olduğu gibi Kemal bey oğlu ve karısı ile gezmeye çıkacak, Mevhibe hanım evde kalacak veya çok rahatsız olursa bir komşuya geçecek, o da haftanın temizliğini yapacak, cam kapı silecekti. Evde bu işler pazar günü Sevil’e bırakılıyordu. Kevser hanım o işe veya okula gittiği için pazar gününü seçmişti. Diğer günler akşam sofrayı kurmak dışında bir işe yaramadığını söylüyordu sürekli. Oysa akşamları yemekten sonra da ütüleri kaldırıyordu Sevil. Bir yemek yapıp makinaya çamaşır atıyordu Kevser hanım ona bile söyleniyordu.
“Beni evlendirince kimse yaptıracak bu işleri acaba?” dedi hırsla, sonra kendi kendine hayret etti bunları düşünebildiği için. Artık bıçağın kemiğe dayandığını hissediyordu o da. O Hayri denilen adamla evlenmek istemiyordu. Onun yüzünden dayak yemişti babasından. Bütün apartmana rezil olmuştu sonra da. Babasından, erkek kardeşinden, Hayri’den ve onlar gibi olan tüm erkeklerden nefret ediyordu. Hastanede de vardı bir kaç tane bunlara benzeyen adam. Konuşmuyordu onlarla pek ama uzaktan da olsa anlıyordu artık böylelerini bakışlarından, tavırlarından. Şu serseri dedikleri adamdan ne kadar korkmuştu oysa, aynı asansöre bindiğinde, o akşam aynı taksiye denk geldiklerinde korkmuştu bir şey diyecek ya da yapacak diye. Oysa en büyük iyiliği ondan görmüştü o akşamdan sonra. Adamcağızın tek suçu takside düşürdüğü cüzdanını getirip vermekti. Sonrasında onun adına bir mücadelenin içine girmek zorunda kalmıştı. Nazikti, düşünceliydi, vicdanlıydı ve evet yakışıklıydı da. Bu şartlar altında onu görmemiş olsaydı belki Sevil’e acımak yerine arkadaş olurdu ama ne yazık ki hayatındaki tüm acınası hallere şahit olmuştu. Gözlerindeki o bakışın acıma duygusu olduğundan adı kadar emindi. Derya’nın gazına gelip onu beyaz atlı prense çevirmeyecekti. Yeterince hayal kırıklığı vardı zaten.
(devam edecek)