Deniz halası ve ablasını kurtarmak için var gücüyle derslerine asılmıştı. Ancak her şeyden ve herkesen bu kadar uzakta, anasız babasız hissedip, tek başına ayakta kalmak çok zordu. Okulun ücretsiz yurdunda kalıyordu. Halası ve ablasının döndürebildikleri işlerden gelen para harçlığıydı. Kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği, kitap, defter, fotokopi hepsi paraydı. Okulun yurdu olunca ulaşım için para vermiyordu Allah’tan. Yurttaki kalan kızların çoğunun aileleri zengin olmasa da öğünlerini kurtaracak harçlıkları oluyordu. Deniz ilk altı ay midesini açlığa alıştırmak için uğraştı. İki öğün yemeğe alıştı önce, ailesinin yaptığı o nohutlu pilavın kokusu başını döndürüyordu düşündükçe. Her gün evin içinde o olan koku, tencereden kaşıkla yiyivermenin ne büyük lüks olduğunu anlıyordu. Sonunda sabahları bir simitle atlatmayı öğrendi, hatta çoğu zaman yarım simit yiyor kalanı ertesi sabaha bırakıyordu. Akşamları da bazen simit, bazen bir çorba, bazense bir küçük kutu yoğurta ekmek ne alabilirse yemeye başlamıştı.
Halası ile Mercan istese daha yollarlardı belki ama Deniz gururuna yediremiyordu onlardan para istemeyi. Yurtta ve okulda yemek çıkıyor diye onlara yalan atıyordu.
“Her şeyim var benim, siz kendinize bakın yeter!” diyordu emin bir şekilde arayabildiğinde. İnanıyorlardı tabi onlarda, ikisi de gurbette okumaya gitmemişti, üniversite de görmemişti. Deniz ne söylese gerçek biliyorlar, her şarta rağmen azmedip okuduğu için ikisi de onunla gurur duyuyorlardı.
Deniz’in bu okuma azmi ile gitmesinin ardından onlara da bir şevk gelmişti, hala, yeğen hepsi için daha iyi bir gelecek derdine düşüp kendilerini iyice işe vermişlerdi. Yurdanur’un sağlığı eskisi gibi olmadığından ot toplama işine Mercan gidiyordu artık. Halasının eskiden yaptığı o güzel çiçek bağlarını da o yapıyordu şimdi. Yurdanur Fikriye’nin görevini üstlenmişti sabun işinde, Mercan’da onunkini.
Nohut-pilav ve sabun işinin her başlarına geçişlerinde rahmetli Gencal ve Fikriye’yi anıp bir kaç damla göz yaşı döküyorlar, sonra konuyu Deniz’e getirip yeniden şevke gelip çalışıyorlardı.
Kamil’den sonra Yurdanur’un sağlığı pek eskisi gibi olamamıştı, olmadık yerleri ağrıyor, canı çekilir gibi enerjisi düşüyordu gün içinde. Mercan üzülmesin diye bir şey demiyordu ama bazen sanki tüm bu şeyler biraz artıyor gibi hissediyordu.
İlk yılın sonunda Deniz başarıyla bitirp geldi sınıfını. Çok zayıflamıştı döndüğünde ama oradaki kızların manken gibi olduklarını, onlarla rekabet etmek için az yediğini söylemişti o da halası hesap.Yurdanur ise kendi yalanından şüphelenmemiş inanmıştı kızın söylediğine. Eve dönüp yenidne nohut-pilav ve sabun kokusuna kavuşunca cennete gelmiş gibi hissetmişti Deniz. İlk bir kaç hafta gözleri dolmuştu yemeği her kaşıkladığında. Evdekilere de annesi ve babasını özlediği için ağladığını söylemişti. Yalan da değildi hem onları çok özlemişti hem de son dokuz ay yaşadıkalrını hatırlıyor canı sıkılıyordu. Öyle ya da böyle bu okulu tamamlayacak halası ile ablasına bakacaktı.
Maddi sıkıntıları yoktu aslında Yurdanur ve Mercan’ın. Fikriye ve Gencal zamanı gibi olmasada işleri toparlamışlardı. Bakkalın yeğenine verdikleri pay biraz düşürmüştü toplamı o da şimdilik evi sarsmıyordu zaten. Oğlan çalışkan ve dürüst çıkmıştı. Güzelce sabaha kadar çalışıyor payını da hiç aksatmadan getirip bırakıyordu. Yurdanur oğlanın Mercan’a nasıl baktığını görmüş baştan biraz irite olmuştu ama sonradan ne Mercan’ın onda gözü olduğunu ne de oğlanın öyle itin tekin olmadığını görünce rahatlamıştı. Mercan güzel bir kızdı, dupduru saftı. Yurdanur’un önceki haline benzese de onun gibi cesur değildi neyse ki, korkaktı. Kamil’i hatrladıkça hâlâ dişlerini sıkıyordu Yurdanur. Ağabeyi ve yengesinin tüm ısrarlarına rağmen gitmişti o ite, haklı çıktıkları halde yine kucak açmışlar bir kerecik kafasına kakmamışlardı düştüğü hataları. Başka ailede olsa, ne geri gelebilirdi, ne de sevgiyle kucaklanır, yaraları sarılırdı. Onunla yaşadıkları ardından bir de ailesinden darbe yese zaten ayakta bile kalamazdı. Ya delirir sokaklara düşer ya da mahalledeki ağaçlardan birine asardı kendini. Kendi hatasıydı evet başına gelenler, cahilliği, cesareti hayatını mahvetmesine neden olmuştu.
Oysa yıllarca ağabeyi ve yengesinin mutlu evliliklerine gıpta ile bakmıştı. İki insanın birbirine nasıl saygı ve sevgi gösterdiklerini görmüştü. Görmesine rağmen körlüğe uğramış gibi, Kamil ile bunların hiç birinin olmayacağını bile bile gitmişti peşine. Kamil’in o karanlık gözlerindekini hüzün sanmış, aşık olduğu erkeğin yaralarını sevgisi ile sarıp sarmalayacağına sonra ağabeyi ve yengesi gibi mutlu ve güzel bir evlilikleri olacağına kendini inandırmıştı. Kamil bir yıl içinde ona mutlu ve güzel hiç bir şey bırakmamıştı, hayalleri de dahildi buna.
Evet bunlar kendi hatalarıydı ama hayatta hiç yardımcı olmuyordu insanlara. Yurdanur kendi cahil cesareti ile yaşamıştı tüm bunları yine de şanslıydı ki mutlu aile ocağına dönebilmişti. Peki ye hayatları boyu birbirlerine saygı ve sevgiden başka bir şey göstermemiş olan, üstelik yetiştirmek için onca çalıştıkları geleceklerini hayal ettikleri iki tane kızları olan Gencal ve Fikriye’nın başına gelenler neydi. Yurdanur bir lanet mi getirmişti bu eve? O bir hata yapınca yaşadığı evdeki tüm o güzel şansı mı bozmuştu. Bu iki güzel çocuk anne ve babaları yerine içini kurt sarmış bir ağaç gibi kururyan sevimsiz halaları ile mi kalmalıydı böyle? Yurdanur’un ağabeyi ve yengesi gibi bu kızların kalan tüm hayatları için ayakta kalmaya gücü yetecek miydi. Onların yapabileceklerini bu kızlara nasıl verecekti?
Yurdanur kendi güzel kaderini çevirmişti kötüye, bu kaderin içinde olan zavallı ağabeyi ve yengesine olmuştu. Yurdanur’un hayatı zorlaşsın diye onları da almışlardı elinden. Sabun’u kalıplara dökerken dişlerini gıcırdatarak gözleri uzaklara dalıyor, aklına bütün bu düşünceler doluşuyordu sürekli. Mercan halasınının bu hallerinden ürkse de, sevgiyle ya sesleniyor ya da elini onun elinin üzerine koyuyordu. Yurdanur’un gözleri Mercan’ınkiyle birleşince ela gözlerine yerleşen karanlık azalıyor, kızın saf ve duru yüzü onu sakinleştiriyor ve gülümsüyordu.
Mercan gülümseyince eskisi gibi olduğunu düşünüyordu halasının, sadece teni solmuş, gözlerinin altında siyaha dönen çukurlar oluşmuştu. Birazcık makyaj yapınca onlar da kayboluyor eski güzelliği geri geliyordu. Yine de insanın neşesi olmayınca güzelliği bile soluyordu belli ki. Çünkü makyajı da gülümsemeyi de esirgiyordu halası kendisinden. Kırk yılın başı bir defa gülümsüyor ya da makyaj yapıyor, eski Yurdanur’u şöyle bir andırıp kayboluyordu sonra o ışık üzerinden.
Deniz dokuz ay sonra geri döndüğünde halasının renginin daha bir solduğunu görüp ablası ile konuşmuştu hemen.
“Halam hasta falan mı oldu? Ne bu hali?”
“Yok değilim diyor ama ben de korkuyorum hallerinden, çok sessizleşiyor bazen, dişlerini öyle sıkıyor ki bir anda ağzının içinde parçalanacaklar sanıyorum! O çıkardığı sesi duysan aklın almaz!”
“Bir doktora götürelim ben hazır buradayken!”
“Ben kaç kere dedim ama dinlemedi beni, bir de sen söyle bakalım ikna olursa gideriz!”
(devam edecek)