Çağatay’ın Zeliha’yı ilk farkedişi, sınıfın en arkasında oturan kızın zayıf ve beyaz elini kaldırışı ile olmuştu. Sorduğu soruya kimseden yanıt alamayacağını düşünürken, o beyaz eli farketmişti. Ardından ayağa kalkıp söz alan ve söylenmesini istediği her şeyi bir çırpıda söyleyiveren o akıllı kızı sonraki derslerde hep takip etmeye başlamıştı. Sonunda ilk dönemin sonuna doğru kendisine seçeceği yardımcı olarak okul sekretaryasına onun adını verdi. Bir profesöre yardım etmek oldukça ayrıcalıklı bir konumdu. Zeliha bunun için kendisinin seçildiğini duyunca çok mutlu olmuştu. Annesi göremese bile o kimseye muhtaç olmayacak şekilde başarı merdivenlerini bir bir çıkacaktı. Çağatay’ın kendisine seçtiği bu ilk yardımcı öğrenci elbette ki Sevinç’in gözünden kaçmadı. Okula bursla taşradan gelmiş, başarılı bir yüksek lisans öğrencisi. Çağatay daha kızın adını sekretaryaya verir vermez onun hakkında detaylı bir araştırmaya girişti. Nereden geldiği, nasıl bir ailesi olduğu ve tüm hikayesi. Mustafa ve Bahadır’ın namı geniş olduğundan bilgiye erişmekte zor olmadı. Kızın sicili bu ailenin sicilinin yanında asla duramayacak kadar pislikle doluydu. Oğlunun kızı seçme nedeninin duygusal değil, akademik olduğundan emin olması gerekiyordu. Bununla birlikte üniversitenin adını duyurmak için geçmişinde sabıkalı kişilerin olduğu bir kızı kullanması da doğru olmayacaktı. Burs ekibini çağırıp, bu kıza nasıl burs verdiklerini ve neden yeterince araştırmadıkları konusunda sıkı bir fırça çekti. Bir suçlu öğrencileirnden birinin üvey babası bile olsa bu okulun adıyla yan yana anılmamalıydı. Hele ki Sevinç’in projeleri ile asla.
Sevinç düşünmeden harakete geçen bir kadın asla değildi, Çağatay’a edindiği tüm bu bilgiden bahsetmedi. Şimdilik sadece izliyordu. Bütün hayatı boyunca oğlanın etrafındaki herkesi sıkı denetimden geçirmişti. Onun başarısının arkasındaki kadındı. Onu korumuş, kollamış her lekeden uzak kalmasını sağlamıştı. Peşinde dolaşan kaç kızın Sevinç sayesinde ortadan kayboluverdiklerini Çağatay asla bilemedi. Annesinin ardından ona bu kadar özveri ve bağlılıkla sahip çıkan bu kadın onun için çok değerliydi. Onu her zaman sevgi dolu ve ilgili bir anne olarak görüyordu. Özlük, üveylik sorgulamasından çıkmış bir bağı vardı ona karşı. Babası öldükten sonra da Sevinç ondan kalanların muhafızı olmaya devam ediyordu. Hem oğluna, hem yarattığı bu kocaman okula.
Zeliha okulun sahibesinin gözleri ve kulaklarının üzerinde olduğundan habersiz dört elle sarıldığı kitapları ve ona verdiği her görevi başarıyla gerçekleştirdiği profesörüne sadakatini sürdürüyordu. Haftasonları Aslı’ya söz verdiği için Canberk’lerin evine gidiyordu. Hamiş teyze şehir dışından kızı dönmüş gibi her hafta sonu bir sevinç ve hazırlıkla karşılıyordu onu. Aslı bütün hafta o gelince anlatacaklarını biriktiriyordu. Canberk’in şehir dışı gezileri asla haftasonuna gelmiyordu artık. Bir şekilde ailesi ile olmayı seçiyordu. Eskiden de buna özen gösteriyordu elbette ama Zeliha hayatlarına girdikten sonra, daha da doğrusu o evlerine her girdiğinde Hamiş teyze ve kızında gözlemlediği sevinç ve mutluluk duygusu eski günlerde bu evin içinde daimi olan ışığı geri getirmiş gibiydi.
Zeliha’da onlara okulda olup bitenleri anlatıyordu elbette. Çağatay hocanın asistanı olmaktan duyduğu mutluluğu anlata anlata bitirememişti görevi aldığı ilk haftasonu. Canberk’in yüzündeki grileşmeyi ilk Hamiş teyze farketmişti. Çağatay’ın kim olduğunu o da biliyordu elbette. Ancak olanlarla veya Sevinç’in yaptıklarıyla onun hiç bir ilgisi yoktu. Dolayısıyla bu öfkeden nasibini alması anlamsızdı ama Hamiş teyze konunun sadece Çağatay değil, Zeliha’nın orada olmaktan duyduğu mutluluk olduğunu zamanla çözecekti.
Her pazartesi günü Canberk bırakıyordu okula Zeliha’yı bu kalışların ardından. Kız kendi gidebileceğini söylese de bir ritüel gibi hiç aksatmadan gerçekleştiriyordu bunu Canberk. O girmek istemediği duvarların arasına onu yolladıktan sonra kendi hayatına geri dönüyordu. Sanki başka bir zaman boyutunda yaşıyorlar haftasonları aynı boyutta yeniden buluşuyorlardı. Zeliha’ya karşı hissettiklerinin koruma içgüdüsü olduğunu düşünüyordu başından beri. Sevinç’in bir yılan olduğunu bildiğinden onu ve tüm sevdiklerini ondan korumak istiyordu. Evine gelip yaptığı tehditleri henüz unutmamıştı. O aklına koyduğu her şey için tüm engelleri ortadan kaldırmaya gücü olan kötü bir kadındı. Kötülüğü ve gücünün giderek artması onun ödüllendirilmesi gibi geliyordu Canberk’e. Bunca iyi insan varken onun yükseliyor olması ilahi adaletin nesiyle ilgiliydi anlayamıyordu.
“Bence yüreğini karartıyorsun!” diyordu Hamiş teyze, “Derya seni bu karanlıktan korumak için çok uğraştı. Lütfen onun anısına olan saygını yitirme! Aksi durumda kızına da, kendine de zarar verirsin. Zeliha’ya da öyle! Yüksek lisans sadece iki yıl sona bitecek!”
“Doktora yapmayacak mı sanıyorsun?”
“Canberk lütfen!”
Ona kapılarını açan okul ve evin kutuplarını farketmeden ikisi arasında gidip geliyordu Zeliha. Her ikisi içinde kaynayan ateşin tam ortasında durduğunu bilmiyordu. Canberk içinde Sevinç’ten gelen genler olduğunu biliyor ve sevdikleri için önce onu yenmesi gerektiğini göremiyordu. Düşmanı dışarıda aramak bir çok insanın düştüğü bir hataydı. Zeliha yaşadıkları sayesinde çözmüştü bunları. Mustafa ve Bahadır’a duyduğu öfkeyi yenerek onları geride bırakmıştı. Annesinin yası ile bu şehire kadar gelmiş, sonunda kendi içinde o yası yeniden sevgiye dönüştürmeyi başarmıştı. Yas bir çeşit suçlama süreciydi gideni, alanı, geriye kalanı, nedeni. Bir şoktan kabullenme sürecine, yeniden düzenlenmesi gereken yaşama uyum sağlama süreciydi. Şuurlu veya şuursuz uğurladıklarımızın ardından hisettiğimiz acı özünde ölüme karşı duyduğumuz korku ve isyanı barındırıyordu. Dışarıdan azimli bir genç kız olarak görünen Zeliha’nın yüreğinde kendi ile başbaşa kaldığında ortaya çıkan çok şey vardı. Tek başına ve kendinden sorumu bir yaşam insanın kendine bakabilmesine olanak sağlıyordu belki. Daha önce kendi içine bakamayacak kadar çok uyarıcı içinde yaşarken. Bir amaç ve bir insan olarak kalındığında geçmişe daima katılımcı olarak bakmaktan uzaklaşıp, önce izleyici olarak bakmayı öğreniyordu insan. Sonra da gökyüzüne bir dilek feneri ya da uçan balonmuş gibi bırakmayı.
Tüm geçmişi bir balonun içine doldurmayı hayal etmek kolaydı. Havayı göremediğimiz gibi duygu ve düşünceleri de göremiyorduk. Onları biz dahil kimse göremeyeceğine göre, nefesimizle birlikte bir balona doldurup sonra onu salıvermek güzel olurdu. Nefesimizle doldurduğumuz bir balon uçmasa da sürüklenebilirdi. Bizden uzaklara, gitmek istediği yere bir balonun içinde bir süre yolculuk eder, sonra bir yerlerde patladığında o acılar artık bizi bulamayacak kadar uzakta olurdu. Bir veya bir kaç nefes dolusu dert için hayatın kalan bütün nefeslerini boğmanın bir anlamı yoktu.
Canberk’in henüz çözemediği bir durumdu bu. Kendinden belki de yedi sekiz yaş küçük bir genç kız ondan daha cesurdu bu yüzden. Bir gece yarısı bindiği bir arabayla geldiği şehirde o balonları salıvermiş, nihayet dışarıdaki sessizliği sağlayıp, kendi içine bakmayı öğrenmişti.
Bunu elbetteki bir şuur ya da bir bilen kişi edasıyla yapmamıştı ama vardığı sonuç onun yolculuğunda da kariyerini yukarı doğru götürüyordu. Canberk henüz sınıfını geçememişti bu anlamda.
(devam edecek)
Zevkle okuyorum elinize saglik
BeğenLiked by 1 kişi