Canberk karısı Derya’nın ölümünden sonra bir kez daha Hamiş teyze ile başbaşa kaldı. Tabi bir de kızı Aslı vardı bu kez. Aslı’ya annesinin öldüğünü anlatmak çok zor oldu. Çocuk kabul etmek istemiyordu bir türlü, anlayamıyordu. Annesinin geri geleceğini sanıyor, sürekli ölüm ve cennet hakkında sorular soruyordu. Hamiş teyze büyürken Canberk için çok üzülmüştü, şimdi de Aslı için içi parçalanıyordu. İkisine de sevgisini vermekten başka bir iş yapamamıyordu ne yazık ki. Derya’nın kaybından sonra Canberk taşınma fikrinden vazgeçti, şirketin şubesi kurulmuş oldu ama karısı oradan dönerken öldüğü için orada bir evde oturması mümkün değildi. Bunun için kendini suçluyordu kimseye söylemese de, annesinden uzaklaşmak için ailesini buradan götürmek istemişti. Tamam karar hepsinindi ama onun problemleri yüzünden olmuştu tüm bunlar. Hamiş teyze karısı gittiğinde Sedat beye olanları bildiği için aynı şeyler Canberk’e de olacak diye çok korkmuştu. Canberk babasının gelgitlerini çok iyi hatırladığı için kızına bunu asla yapmamaya karar vermişti çoktan. Annesiz ve ruh sağlığı dengesiz bir babayla büyümek Hamiş teyzenin tüm sevgisine ve korumasına rağmen zor olmuştu. Babasını o halde görmek zordu, bir çocuk olanları anlayamıyordu ne yazık ki. Hele onsuz geçirdiği üç yıl, büyükannesi ve babasının sevgisine rağmen çok ürkütücüydü. Babasının bir daha gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştı.
Bu yüzden Derya’nın ölümünden sonra hemen toparlanmak için elinden geleni yaptı. Zor da olsa kendi yaşadıklarını kızına yaşatmamak için ayakta olmak zorundaydı. Hamiş teyze onun bu güçlü duruşu ile gurur duymuştu. Sedat beyden daha güçlü çıkmıştı Canberk. Sevinç’in oğlu demek istemiyordu ama yine de annesinden bir gen almıştı elbet, neyse ki işine yarayacak bir gendi bu.
Dönelim yeniden Satı’ya. Şu ana kadar sevgili okuyucu Canberk ve Satı’nın farklı yerlerde devam eden farklı yaşamlar olduğunu sanırım anladınız. Birbirinden tamamen bağımsız ve bağlantısız iki hayat anlatıyoruz sizlere. Zaman ne gösterir bilinmez.
Satı kayınbiraderi Mustafa’nın birden bire ortaya çıkan oğlu Bahadır ile kızı Zeliha’ya gözü gibi bakıyordu. Çocuk Satı’ya anne diyordu artık. Mustafa çocuğun gelmesinden sonra önce biraz durulmuş, babasının bulduğu işe gidiyordu ama geceleri geç gelmeleri yine başlamıştı. Fatih’in tezkere almasına dört aydan az kalmıştı. Bir an önce karısına ve kızına kavuşmak için heyecanlanıyordu. Bahadır’dan henüz haberi yoktu. Ağabeyinin karıştırdığı hayatlarını askerde öğrenmesine gerek yoktu. Zaten çok sınırlı haberleşebiliyorlardı. Satı’da bir an önce Fatih gelsin kendilerine ait bir yere çıksınlar diye heyecanlanıyordu. Tek üzüntüsü Bahadır’ı burada bırakacak olmasıydı. Çocuk ona, o da çocuğa çok alışmıştı. Kayınvalidesi izin verirse belki onu da alıp giderlerdi yeni evlerine. İki kuzen birlikte büyürlerdi.
Oğlu dönecek diye babası da sağda solda binalara iş bakıyordu onun için. Ona diye düşündüğü işe Mustafa’yı sokmuşlardı. Şimdi onu çıkartıp yerine Fatih’i yollasalar, Mustafa iyice dağıtacak, daha başka bir işe de girmeyecekti. Bahadır’da onların torunuydu ve olanlarda çocuğun hiç bir günahı yoktu. Hiç değilse o aklı selim bir baba görsün istiyorlardı ama pek mümkün görünmüyordu. Bu nedenle Bahadır’ı Satı ve Fatih ile ayrı eve göndermeyi aslında onlarda düşünüyorlardı. Çocuğun Satı’ya ‘anne’ demesi ile düşmüştü bu fikir onlarında aklına. Fatih aklı başında bir çocuktu, babası bulamasa da o gelince kendine illa ki bir iş bulurdu. Şimdilik Mustafa’yı yerinden oynatmamak en iyisydi bu yüzden.
Herkes Fatih’in dönüşünü beklerken ne yazık ki daha acı bir haber geldi. Fatih askeri aracın geçtiği yola döşenen mayınlardan birinin patlaması ile önce ağır yaralanmış, sonrasında da ne yazık ki kurtarılamamıştı.
“Ocaklara ateş düştü!” başlığı ile bu ülkenin şehitleri listesine eklendi arkadaşları ile adları.
Satı kalbinin duracağını sanmıştı haberi duyduğunda. Fatih’in babası olduğu yere yığılmış, nefesi kesilmişti ilkin. Evin içinde feryat figana komşular yetişmiş ambulansla adamcağızı hastaneye zor yetiştirmişlerdi. Satı evde çocuklarla kalakalmıştı arkalarından. Dünya birden bire simsiyah bir yer oluvermişti.
“Çok canı yanmış mıdır?” diye sordu zihni, “Oracıkta ölmemiş!”
Uzun bir yas süreci, gelen gidenin ardından Satı henüz gelememişken, aile onu Mustafa ile evlendirmeye karar verdi. Her ikisinin de birer çocuğu vardı. Mustafa bekardı, geriye kalan gelin ölen kocasının kardeşi veya ağabeyi ile evlenebilirdi. Bahadır içinde en iyisi böyleydi. Zeliha zaten çok küçüktü ve öz babasını hiç görmemişti. Peki ya Satı, onun yüreğindeki acı ve sevgi ne olacaktı? Elbette kimse bunu sorgulamadı. Fatih’in ölüm haberi gelmesinden altı ay sonra Mustafa ile Satı’nın imam nikahları kıyıldı. Mustafa’nın baktığı binadaki kapıcı dairesine onlar taşındı.
Zifaf gecesi Satı Mustafa’ya el sürdürmeyince çok kötü bir dayak yedi ve kapının önüne konuldu. Gece yarısı kız ağlaya ağlaya kayınvalidesinin evine gelince onu mecburen içeri aldılar ve sabah gerisin geri evine götürdüler.
“İstemiyorum ben bu kızı! Fatih’in el sürdüğü kızı ellemem!” diye bağırdı Mustafa, sanki dün gece kızın koynuna girmeye çalışan o değilmiş gibi.
Kayınvalidesi Satı’nın anlattıklarını da dinlediği için ses etmedi.
“Olmayın gelin güvey! Benim derdim değil! Bu çocukların başında durun yeter!” diye azarladı oğlunu dönüp gittiler sonra. O günden sonra Mustafa bir daha yeltenmedi kıza elini sürmeye ama çok hırpaladı. Zeliha’yı değil ama Bahadır’ı da çok dövdü büyürlerken. Bahadır sürekli dayak yediği için düşman oldu Zeliha’ya. Satı’nın tüm şefkatine rağmen babasına benzedi giderek. Mustafa babasının evinde korkusundan ortaya çıkaramadığı kumar ve içki alışkanlığını evlendikten sonra alenen yaşamaya başladı. Satı hem binaya bakıyor, hem çocuklara bakıyordu. Üstelik kazandıkları para da olduğu gibi Mustafa’ın harcamalarına gidiyordu. Aile de oğullarından bıktıkları ve Fatih’in acısını atlatamadıkları için ilgilenmiyorlardı yaşanılanlarla. Kendi evlatlarının acısına kapılmışlardı ama evlatlarının evladının nasıl bir ortamda büyüdüğünü farkedemiyorlardı bile.
Zeliha’nın büyüyüp liseye başladığı sene Canberk’in karısı Derya ile evlendiği seneye denk geliyordu. Bahadır iyice serseri olmuş babası ile kumara dadanmıştı. Zeliha onun tersine okulda çok başarılı bir öğrenci annesinin gurur kaynağıydı. Çocuklar büyüyünce babalarının bir olmadığını öğrenmişlerdi. Aralarındaki bağ iyice kopmuştu böylece, kuzendiler ama düşman gibiydiler daha çok. Satı’nın yediği dayaklar hiç kesilmiyordu ama Zeliha’ya el kaldırmıyordu Mustafa niyeyse. Kardeşine çok benzediği için, ona her bakışında Fatih ile göz göze geldiğini düşünüp ürktüğü için belki. Satı ona kadınlık yapmaktansa dayak yemeye razı olduğu için umurunda değilmiş gii davranıyordu kızına.
“Vurmuyor kızım bakma, eli ağır değil! Huyu öyle onun!”
Oysa eli taş gibiydi Mustafa’nın, Satı’nın canı pekti. Köydeki anası babasına da gitmesine izin vermemişlerdi Mustafa ile evlendirdikten sonra aile. Kızlarının peşine düşmemişti kendi ailesi de. Adet öyle değildi. Fatih’in ölüp, kızlarının ağabeyi ile evlendiğini duyduklarıda çok şaşırmışlardı ama iş işten çoktan geçtiğinden yine çıkıp gelmemişlerdi. Oysa bir torunları vardı, bir evlatları vardı acıyla kıvranan. Zeliha liseye başladığında kasmaktan belki o amansız hastalık gelip buldu Satı’yı. Teşhis konuduktan sonra Mustafa elini kaldırmadı daha zavallıya. Aldırmadı da. Dayağı kesmesi yeterdi zaten başka medet ummuyorlardı ana kız ondan. Zeliha çok ağlamıştı anasının durumuna. Öyle hızlı yürüyen türden değildi ama yine de korkutuyordu ikisinide. İki yıl süren tedavi ile kurtuldun dedi doktorlar ama Satı’nın rengi neredeyse griye dömüş, kuş kadar olmuştu hastalıktan. Zeliha bir yandan okula gidiyor, bir yandan annesine bakıyor, bir yandan da Bahadır’ın ihmal ettiği apartman işlerini yapıyordu. Mustafa oğlan büyüdükten sonra apartmanla ilgisini tamamen kesmişti. Zararları kendilerine olduğundan apartmandakiler aşağı evde yaşanılanları bilselerde karışmıyorlardı.