Dizine sürdüğü çamur kanamayı durdurmuştu. Yine de kuruyan çamuru eliyle sıyırıp yarayı zorlamak istemedi. Motora bindi ve ana yola doğru sürdü yeniden. Ana yola çıkınca tepeden aşağı doğru baktı. Köyün bulunduğu yerin biraz arka tarafında bir kaç yer daha vardı sanki. Yola devam edip o tarafa inan başka bir yol var mı diye kontrol etti. Beş altı kilometre sonra ana yoldan ayrılan yeni bir patika görünce hemen oraya girdi. Bu yol onu nehirin kenarına kadar indirdi. Burası köylünün çırpı topladığı yerin hemen yakınıydı. Yolun bittiği yerde iki katlı taş bir yapı vardı. Üst kattaki bir iki cam kırıktı ama bina sağlam görünüyordu. Motordan inip kapıya yöneldi, içeride kimsenin yaşamadığı tozun toprağın binayı sarmasından belliydi. Eliyle kapıyı itti kapı gıcırdayarak açıldı. İçeriden sarkan örümcek ağları yüzüne doğru uçuşuverince çığlık atarak geri adım attı Mesut. Sonra yerden aldığı ağaç dalıyla ağları parçalayıp içeri daldı. Kapıdaki onca ağa rağmen içerisi iyi görünüyordu. Eski bir kanepe, tozlanmış bir duvar saati. Çarpık bir masa ve bir tane koltuk bırakıldığı gibi duruyordu. Ham tahtadan yapılmış kapıların birinin ardından bir yatak odası vardı. Diğerinde ise kabın kacağın durduğu mutfak benzeri bir yer.
Terkedilmiş bir yerdi muhtemelen ya da unutulmuş. Kapısı bile kilitlenmediğine göre değerli bir yer de değildi. Yatak odası kapısı da sıkı sıkıya kapalı kaldığı için temiz kalmıştı içerilere göre, sadece havasızdı biraz. Yatağın baş ucundaki sandığın içinde temiz çarşaflar, eski fotoğraflar, bir kaç yemeni ve bir de Kur’an duruyodu. Mesut çarşaflar dışındaki şeylerle ilgilenmedi ve onları sandığın içine geri itekledi. Odaya dağılan naftalin kokusu havasızlığı iyice artırınca, odanın camını açmaya çalıştı ama fena halde sıkışmıştı. Binanın açık kapısından havalanması için odanın kapısını açık bıraktı.
Evet burada bir kaç gece geçirebileceğine kanaat getirmişti. İstediğini almadan gitmeyecekti. Mutfaktaki çekmecelerde mum ve kibrit vardı. Girişteki yerde de iki adet gaz lambası ve bir bidon gaz buldu.
Dışarı çıkıp nehirin inilebilir bir yerini buldu ve bacağındaki çamuru temizledi. Diğer yerlerde olduğu gibi içeride elektirik ve su yoktu. Aslında nehirin kenarına bu evi yapan her kimse en akıllıcasını yapmıştı. Su ayağının dibindeydi hiç değilse. Biraz aklını çalıştırsa bu nehire bir değirmen ya da benzeri bir şey kurup elektirik bile üretebilirdi.
“Aman bana ne ya!” dedi sonra, dizini ve ayakkabılarını temizlemişti bu arada. Köyde gördüğü kız gibi çıplak ayaklarla evin önüne değin yürümeyi denedi ama ayakları o kadar acıdık ki dayanamayıp çamurlu ayaklarını soktu yeniden ıslak ve temiz ayakkabılarının içine.
“Hay Allahım Ya!” diye söylenerek içeride gördüğü lastik terlikleri giydi ve aynı yerden nehire inip ayakkabılarını yeniden yıkadı. Burası köyün alt kısmında kalıyordu. Yukarıdan tuhaf bir şarkı yükselmeye başladı. Hava kararmaya dönerken, şenlik başlık olmalıydı. İyice karanlık olmadan köye çıkabileceği yolu gözü kestirmeye çalıştı ama karanlıkta o yolu gidip gelemeyeceğine karar verdiği için zorlamadı. Zaten ayakkabılarının kuruması gerekiyordu. Karanlık ağır ağır çökmeye başlayınca, kocaman sivri sinekler çıktı ortaya birden bire. Kolundan ve boynundan yakalanınca havasız eve girip kapıyıda sıkıca kapattı. Alt katlarla üst katların arasında bir geçiş olmadığı için yukarıdaki kırık camlardan giren sinekler buraya ulaşamıyordu belliki. Gaz lambasını yakıp camların hepsini kontrol etti. Hiç biri kırık ya da açık değildi.
Yatak odasına geçip yatağın üzerindeki örtüleri olduğu gibi çekip yere attı. Çıkardığı temiz çarşafı serecekti ki, yatağın patlamış ve sapsarı olmuş yüzünü görünce vazgeçti. Geri girişteki kanepeye yöneldi. Eliyle üzerindeki pisliği aşağı doğru çekti. Sonra üzerine çarşafı attı. Kanepenin kirli minderlerinide çarşafın altına sokup başını koyacağı bir yer hazırladı. Sonra sineklerden huylandığı için içeri gidip sandıktan bir çarşaf daha çekip aldı. Onu da üzerine sıkı sıkı serdikten sonra uyumaya çalıştı. Sineklerin ısırdığı yerler deli gibi kaşınıyordu. Nehirin bu kadar ses yaptığını farketmemişti o ana kadar. Bir kaç saat dönüp durduktan sonra sızıp kaldı.
Ertesi gün erkenden uyandı. Kanepe pek rahat sayılmazdı, her tarafı ağrıyordu. Bir duş almanın çok iyi geleceğini düşünüyordu. Geldiğinden beri yıkanmamıştı bile. Dışarı çıkıp dün ayakkabılarını yıkadığı yere gitti. Biraz seyretikten sonra içeri girp sırt çantasından havlu ve şampuanını çıkardı. Su soğuktu ama şu anda bulabileceği daha iyi bir imkan yoktu. Mutfakta bulduğu maşra bayı suya batırıp iyice yıkadı. Sonra titreyerek suyu maşrabaya doldurup doldurup başından aşağı dökerek yıkanmaya başladı. Rüzgar estikte vücudundaki su daha da soğuyordu sanki. Bir gören olursa diye korkusundan çamaşırını çıkaramamıştı. Yıkanması bittikten sonra havluya sarınıp içeri girdi. Çamaşırını da kıyafetlerini de değiştirdi.
“Oh be!” dedi kendi kendine, “İşte şimdi kendime geldim!”
Karnı zil çalıyordu bu arada, çamaşırlarını nehirde yıkadıktan sonra çalılara astı ve kuruyan ayakkabılarını giyip motora bindi. Dün ahırların arasında gezerken bir tanesinin arkasında kuru ekmekler gördüğünü hatırlıyordu. Gidip onlardan bir kaç tane aşırsa kimsenin ruhu duymazdı. Sonra ahırların arkasına buradan tırmansa daha yakın olacağına karar verdi ve motoru bırakıp nehirden yukarı doğru yürümeye başladı. Tam tahmin ettiği gibi dünkü ahırların hemen arkasına vardı bir süre sonra. Ekmekler aynı yerde duruyorlardı. Bir kasa domateste sanki onun için hazırlanmış gibi ekmeklerin hemen yanına bırakılmıştı. Sultan’ın ahırıydı burası, her şeyi Gül ahırda yaptığı için bütün malzeme buraya yığılıyordu. Gül eşikleri geçemiyordu ama şenlik alanına gitmesinde bir sakınca yoktu. Sabahın ilk ışıklarında şenlik alanında toplanan köylü o gün evlenmek isteyen gençler için ateş yakacaktı. Gül’de kızıyla birlikte erkenden ateşin tutuşturulmasını izlemeye gitmişti. Bir kaç kuru ekmekle domatesi ceplerine dolduran Mesut, ahırın içine kafasını uzatıp, yumurta, biber gibi başka şeylerde görünce dayanamadı. Samanların üzerinde duran leğene beğendiklerinden doldurup, geldiği yerden hızla aşağı indi ve nehirin yanına vardı.
Şansına inanamıyordu. Bir ahırın içine bütün bu yemekler ne diye doldurulmuş olabilirdi ki?
Hemen büyük bir iştahla domates ve biberleri kuru ekmeğin içine doldurdu. Bir kaç çalı çırpıyıda dört isli tuğlanın üzerine konulan telin altında tutuşturdu. Mutfaktan bulduğu tava benzeri şeyi nehirde yıkayıp yumurtaları içine kırdı ve karnını tıka basa doldurdu. Akşam yemek içinde birazını ayırmıştı. Hatta leğendekiler ona ertesi sabaha bile yeterdi. Sonra buradan çekip giderdi zaten.
Bütün işi rast gitmişti şu ana kadar, istediği tüm fotoğrafları da aldıktan sonra yapacak başka bir şey kalmıyordu. Bilge istediği kadar saklasındı köyünü, yakında herkes görecekti onun fotoğraflarıyla.
(devam edecek)