“Olmaz!” diyordu Bilge başka bir şey demiyordu. Mesut bu kadar dirençle karşılaşacağını hiç düşünmemişti. Bilge’yi de hepten kaybetmemek için “Tamam!” dedi yalandan, önce onunla olan işini bitirecekti.
Bilge iki gün sonra başlayacak şenlikten bahsetmişti Mesut’a. Şenliklerde yüz boyama adetinin nasıl gelişip sonra herkese bulaştığından da, bitki kökleri, çiçek yaprakları, baharatlar akıllarına boya çıkaracak ne gelirse kullanıyorlardı. Odun isi veya külü en sık rastlanılandı elbette, çünkü en kolay elde edilen oydu. Erkekler sürüyorlardı yüzlerine bulamaca çevirip suyla.
Bilge öğretmişti onlara külün faydalarını, gübre olarak nasıl kullancaklarını anlatmıştı, içinde yararlı ne çok şey olduğunu. Çamaşır yıkamayı zaten biliyorlardı külle. Yüzüne kül sürenlerin derileri de düzeliyordu köylüye göre.
Mesut bir yandan köyde olan biteni Bilge’den dinlerken, bir yandan kafasından hesap yapıyordu. Bunca yol gelip de öyle kolay vazgeçecek biri değildi o. Bilge ile işini şenlik başlayacağı güne kadar uzattı bu yüzden. Şenlik sabahı Bilge köye gidecekken ısrar etti yeniden onunla gitmek için. Adam gene ikna olmayınca sesini çıkarmadı. Bilge onu kapıya kadar çıkıp uğurladı. O da motora atlayıp geldiği yöne doğru sürdü. Ayfer’i aradığı yere gelince durdu. Gelmişken nişanlısını yeniden aradı. On dakika konuşup hasret giderdiler. Sonra yeniden motora atladı ve Bilge’nin evine dönmeden yoldan devam etti. Vardığı seyirlik alanından biraz aşağıdaki köyü seçti gözleri. Yoldan köye inen bir başka yol göremedi. Biraz geri gitti sonra geçerken farketmediği bir patika yol buldu. Motoru sürdü yola doğru. Epeyce kötü bir yoldu ama inat etti. Köye yaklaşınca motorun sesi duyulur diye indi bir çalılığın altına sakladı. Geceden yağan yağmur güneş açmasına rağmen ağaçların altında kurumamıştı. Ayakları kaya kaya yürüdü ileri doğru, dengesini korumak için dallara tutunuyordu. Ayağındaki ayakkabıların altı düz olunca tutunmuyordu toprağa kayıp gidiyordu. Zaten çamura bulanmıştı her yanı. Sonunda köye yaklaşınca köyün hemen dışında yıkık bir değirmen görüp içinde dalıverdi. Değirmenin kırılmış merdivenlerinden yukarı çıkınca bütün köyü tepeden gören bir yer bulduğu için çok sevindi. Hemen çantasından makinasını çıkarıp şenlik meydanını hazırlayan köylülerin resimlerini çekmeye başladı. Sahiden de köyde herkesin yüzünde tuhaf tuhaf çamurlar veya boyalar vardı. Kıyafetlere alışık olmasa bu insanların kendi yaşadığı ülkeye ait olduklarına zorlanırdı insan.
Köyde Bilge’nin anlattığı gibi her evin önünde sepetler yığılıydı. İrili ufaklı ama hep aynı modeldi bu sepetler. Hiç kimse hayal gücünü kullanıp değişik bir şey yapmaya yeltenmemişti. Ne biliyorlarsa onun dışına çıkmayı akıllarına bile getirmiyorlardı o insanlar. Bir tek Bilge topluca bir yenilik isterse yapıyorlardı. Kapılarını kapatıp içlerine döndüler mi ne biliyorsalar ondan ibaret hayatlarına geri dönüyorlardı. Zaten sepet örmeyi bildikleri için Bilge karışmamıştı örecekleri modele. Turistik olarak değilde günlük kullanıma yönelik olduğu için şeklinden çok işlevi ve sağlamlığı önemliydi zaten. Yukarıdan çekebildiğince sepetleri de çekti Mesut. Epeyce poz yakalamasına rağmen öyle hemen gidecek biri değildi. Bilge’nin de meydana geldiğini görünce hemen indi tırmandığı yerden. Evlerin arkasına dolanıp biraz da oralara bakacaktı. Evler birbirine çok yakın değildi. Dağınık bir şekilde rastgele yapıldıkları belliydi. Alışılmış bir köy düzeni yoktu bu yerde. Her köyün silüetine dahil bir minare yoktu örneğin. Şenlik meydanı köyün içinde değil dışındaydı. Evleri öyle rastgele dizilmişti ki bu köye meydan kurmak imkansız hale gelmişti. Her eve ayrılan patikalar vardı sadece. O da insanlarla hayvanların gide gele ayak izleri ile oluşturdukları belli oluyordu. Evlerin önlerinde arkalarında bostanlar kuruluydu. Etrafları dallarla iyice kapatılmıştı bunların. Her birinde yetişen aynı şey olmasına rağmen sanki dünyanın en değerli bitkisi varmış gibi kapatmışlardı etraflarını.
Meyve ağaçlarının arasında bile sınırlar olduğu belliydi köyde. Evin yakınında iki üç meyve ağacı varsa, diğerleri diğer evlerin yakınındaydı. Hangi ağacın hangi eve ait olduğu gözle seçilebiliyordu. Ahırlar ile ağıllar da ayrıydı. Ancak onlar evlerden epeyce uzaktaydı. Aynı evler gibi dağınık olarak yapılmışlardı. Mesut iyi bir gözlemciydi. Söylenmeyeni de gözüyle dinler anlardı. Bu yüzden seçmişti bu mesleği zaten. Her bir düşüncesini tek tek aklına yazdı. İnsanlara yakalanmamak için ahırların olduğu yana doğru indi. Bu kadar geride olduklarına göre oralarda da saklanabilirdi. Bir kaçının etrafında dolandı. Tam diğerlerine bakacaktı ki, eli kolu sepet dolu bir kızın ahırlardan birinden çıktığını gördü. Ondan saklanayım derken ayağı kaydı dizini taşa çarptı, “Ah!” diye bir ses çıkardı elinde olmadan.
Azap annesinin ördüğü sepetleri meydana götürüyordu. Satıcılar şenlik alanından alacaklardı hepsini. Sesi duyunca döndü ardına. Mesut o dönesiye yerdeki çamuru alıp yüzüne iyice bulaştırdı. Kız sepetleri olduğu yere bırakmış hızlı hızlı onun yanına gelmişti. Kızın ayaklarında ayakkabı olmayışı dikkatini çekti ilk Mesut’un.
“Kimsin sen?” dedi kız sert bir sesle.
Mesut çamurlu yüzünü kaldırdı, bu kadar küçük yerde köydenim yalanını kimse yutmazdı. Sonra Bilge’nin yanımda çalışıyorlar dediği adamları hatırladı. Bu adamların hepsinin köyden olmadığını söylemişti zaten.
“Bilge’nin adamıyım!” dedi pat diye.
“Bilge’nin adamları buraya gelmez!” dedi Azap, “O çantada ne var?”
Mesut’un yırtılan pantolonundan kanayan dizi görünüyordu, “Bana yardım etsen de sonra hesap sorsan olmaz mı?” dedi canı yandığını belli ederek.
Azap uzattı elini çekti ayağa kaldırdı onu. Ayağa kalkınca sıkışan yara daha da acıdı.
“Çamur sür geçer!” dedi Azap.
“Çamur sürükür mü mikrop kaparsa ya?” dedi boş bulunup Mesut.
Azap gülmeye başladı, “Yüzüne sürmüşsün ya be adam!”
Mesut’da güldü kızın lafına, o gülünce Azap gemen ciddileşti.
“Ne var o çantada?”
“Fotoğraf makinası”
“Ne yapacaksın onunla!”
“Köyün fotoğraflarını çekiyorum.”
“Neden?”
“Bilge’nin neler başardığını belgelemek için!”
“Hepimiz biliyoruz zaten neyi belgeleyecekmişsin ki?”
“Yok köylüler için değil!”
“Kimin için ya?”
“Köyden olmayanlar için!”
“Bilge mi istedi bunu senden?”
“Niye bu kadar sordun ki?” dedi Mesut en sonunda darlanıp.
“Bana demedi de ondan!” Azap düşünceli düşünceli.
“Niye sen kimsin ki?”
“Ben bu köyün tek okumuş insanıyım!”
Kızın tuhaf böbürlenmesi komiğine gitti Mesut’un. Bilge’nin köyde kimsenin okuma yazma bilmediğini söylediğini hatırlıyordu. Muhtar hariç.
“Alfabeyi mi biliyorsun yoksa?” dedi alay ettiğini belli eden bir sesle.
“Hayır efendim. Lise bitirdim ben, üniversite okuyacağım!”
“İlginç! Burada yaşamıyorsun o zaman, ziyarete mi geldin?”
“Hayır burada yaşıyorum!”
“Neyse, neyse!” dedi Mesut yine sıkıntıyla, ilginç bir kızdı bu ama şimdi onunla vakit kaybetmek istemiyordu.
“O sepetlerle senin bir fotoğrafını çekeyim!”
“Olmaz!”
“Neden olmuyormuş!”
“Olmaz işte! Sepetleri çek çekiyorsan!”
Mesut uzatmadı gitti sepetleri biraz da yakından çekti. Sonra Ayfer’e buradan bir şey almak geldi aklına, “Kaça bu sepetler?”
“50 lira!” dedi Azap.
“Yuh soyguncu musunuz? Zebil gibi sepet dolu bütün köy! Bu ne fiyat böyle?”
“Bilge duyacak mı bu söylediğini acaba?” dedi Azap, hışımla topladı sepetleri arkasına bakmadan yürüyüp gitti.
Mesut’un dizi kanamaya devam ediyordu. Topallaya topallaya motorun olduğu yere yürüdü, yolun yarısında durup çamur sürdü yaranın üzerine. Kalacak bir yer bulması lazımdı.
(devam edecek)
Çok güzel olmuş
BeğenLiked by 1 kişi