Kazara bir yaşam – Bölüm 1

Bayide Köyü neredeyse medeniyetle komşu bile olmayan unutulmuş köylerden biriydi. Nüfusu köy olmaya bile yetmediğinden köy olma özelliğini de kaybetmişti yedi sene önce. Mahalle oldunuz bundan böyle denilmişti ama içinde yaşayanlar için köymüş değilmiş hiç farketmiyordu zaten. Hasbelkader doğuyor, yaşıyor ve ölüyorlardı köyün içinde. Köyün bir camisi ya da imamı olmadığı için evlilikten, ölüme değişik adetler geliştirmişlerdi. Çevre köylerde izine bile rastlanmayan bu adetlerin neden, nasıl öğrenildiği ve uygulandığını kimse hatırlamıyordu. Sorgulamıyordu, yadırgamıyordu da. Köyde elektirik yoktu, öyle musluklardan akan su da yoktu. Yol bile varıp gelememişti köyün içine kadar, patikadan epeyce yürüdükten sonra ulaşılabiliyordu.

Yolu, izi bilinmez bu köye, nereden duymuş bilmişse otuz yıl önce bir adam çıkıp gelmişti. Geldiğinde köy hâlâ köydü, muhtarla konuşup yerleşmek istediğini söyleyince yabancıları sevmeyen köylü onu istememişti. Adam da bir şey söylemeden gitmiş ama sonra üç dört güne bir gelip köy kahvesine oturmuştu. Dediğine göre terkedilmiş bir kulübe bulmuştu kendine. Onarıyordu. Gide gele adamın adının Bilge olduğunu öğrendiler önce, sonra okumuş, bilgili bir adam olduğunu da. Zamanın köy ensititülerinden mezun olmuş, ardından üniversite okumuştu. Elinde sihir var gibi her işten anlıyor, her eğriyi düzlüyordu. Sadece becerikli değil aynı zamanda, adı gibi de bilgeydi. Kendi yaşam alanını kurduktan sonra köylüye el attı, köyün içine evlere kolay ulaşsın diye arklar yaptırdı. Yağmur suyu biriktirmeye başladılar. Başlarda onu istemeyen köylü zamanla ona sormadan adım atmaz oldu.

Bilge bir gün olsun başka yere gitmedi. Köylünün hayatını kolaylaştıracak bir sürü yenilik yaptı. Küsleri barıştırdı, anlaşmazlıkları tatlıya bağladı. Unutulmuş köyde, unutulmuşluğa öfkeli ruhlarıyla gün dolduran köylülere birlikte hareket etmeyi hatırlattı. Şartlar zordu ama bir bilen işin içine girince zorlukların en az yarısı kolaylıkla, kalanı zorlukla da olsa doğru şekilde aşılıyordu.

Kimse bir yere gitmeyince, doktoru da olmayan köyde hastalık oldu mu ölümde arkasından geliyordu. Bazen sadece cehalet, bazen de zorlu coğrafyanın aldığı canlar eceli ile ölenlerin sayısına denk oluyordu neredeyse. Bilge geldi geleli hastalıktan ölüm azalmıştı, cehaleti yenmek kolay değildi. Köyde okulda olmadığından okuyan yazan da yoktu. Muhtar kasabada iki yıl okula gitmişti çat pat okuması vardı bu yüzden de muhtar olmuştu. Olurda bir resmi yazı gelirse köyde kimse bir şey anlamıyordu. Elektirik olmayınca dünyadan haberleri de olmuyordu.

Öksüz, yetim kalan çocuklara köylü sahip çıkıyordu. Mecburdu zaten, başka çaresi yoktu. Gül’ün annesi ile babası zehirlenmişlerdi. Köylü böyle tahmin ediyordu, elektirik olmayınca yiyecekleri korumak zordu. Daha dört yaşında anasız ve babasız kalmıştı böylece zavallı kız. Kapılarına en yakın kapı Sultan ile Recep olunca kız doğrudan onlara kalmıştı. Bir şekilde bütün köy akrabaydı zaten. Sultan Gül’ün anasından da babasından da pek hazetmezdi. Köylüye karşı bir şey diyemediği için kızı almıştı ama el kadar çocuğu ırgat gibi her işe sürmüş, yediği bir lokma yemeğin ve yapmadığı analığın bedelini ödetmeye çalışmıştı. Gül genç kız olduğunda ruhu çoktan yaşlanmıştı.

Küçücük köyde zengini fakiri olmadığı için öyle başlık parası gibi adetler yoktu. Olmayınca da herkes çocuğunu kendi işini görsün diye bakıyordu. Öyle kız büyüdü haydi verelim diye bir kaygı yoktu. Gerçi evinde ırgatlık yapan kız, gelin gittiği evde fazlasını görmüyordu. Sultan Gül sayesinde rahat ettiği için, evlensin diye hiç niyetlenmemişti. Bir talibi de çıkmamıştı zaten. Köyün ötesi berisi orman olduğundan odun yığmıyorlardı. Gerektikçe ormana giden ihtiyacını toplayıp geliyordu. Sultan’ların evinde Recep kahvede olduğundan Gül gidiyordu oduna da. Sultan’ın canı dağlarda yetişen otlardan çektiği için de her gittiğinde otlardan, mantarlardan toplaması gerekiyordu. Sabah erken vakit çıkıyor, öğlenden sonraya sırtında bir tomar odun, heybesi ot dolu dönüyordu. Bazen otun, mantarın peşinde kendini kaptırıp çok ilerilere gittiği oluyordu.

O zaman tanımıştı Hasan’ı da. Hasan şehirden sırt çantasını çadırını almış kendini dağlara vurmuştu biraz uzaklaşmak için. Öyle güzergah belirlememişti. Rastgele gidiyordu. Yakınlarda bir köy olduğundan da haberi olmadan Gül’ün odun toplamak için gezdiği bölgeye yakın bir yere kamp kurmuştu. Kimsenin olmamasını beklerken ikisi de birbirini görünce korkmuşlardı. Hasan ayakları çıplak üstü başı dökülen kızın örülmüş uzun saçlarına, neredeyse kıvrılıp kaşına değecek kadar uzun kirpiklerine, bir ceylan gibi ürkek bakan gözlerine takılı kalmıştı görür görmez.

Yabani ve vahşi bir kadın canlanmıştı zihninde, zihninde canlanan kadına hayran olmuştu bir anda. Gül’ün sadece bir kaç fiziksel özelliği onun hayalinde yarattığı ile birleşmiş kızı tatlı diliyle sohbete ikna etmişti. Hatta sonraki günlerde yeniden görüşmeye de. Gül hayatı boyunca köyün erkekleri dışında bir erkek, hatta insan görmediği için, traşlı, güzel kokan, ona narin bir çiçek gibi davranan bu adamdan çok etkilenmişti. Gençti o da nihayet, yüreğinde, bedeninde oluşan bu kaynamaya bir anlam veremese de, Hasan’ı görmek için odun toplamaya daha sık çıkar oldu.

Hasan onu öyle taktı ki kafaya sonunda kızı baştan çıkardı. Gül daha ne olduğunu bile anlayamadan Hasan’ın çıplak bedeniyle karşılaştı ve sonrasında kaçamadığı için bağırdı sadece canının acısına. Hasanın nezaketi kıyafetleri çıkınca ortadan kayboldu. Gül elinden kurtulur kurtulmaz üzerini hızla giyinip köye kaçtı. Bir kaç gün korkusundan bir daha gitmedi oduna. Sonra merakına yenik düşüp uzaktan da olsa bakmaya gitti aynı yere ama Hasan çoktan çadırını toplayıp gitmişti.

Başına ne geldiğini iki ay sonra başlayan mide bulantıları ile oldu. Sultan onun hallerinden uyanıverdi. Kızı sıkıştırınca da olanları öğrendi. Önce eşek sudan gelene kadar dövdü onu. Sonra bir hışımla evin dışına fırlayıp bağırmaya başladı.

“Onuruma leke sürdü bu sürüngen! Şehirliye vermiş kendini, karnında sıpası var a dostlar! Yetişin onurumuz, namusumuz kirlendi.”

Köyde öyle bağıran çağıran olmadığından köylü kahvedekiler dahil Sultan’ın etrafına toplaştı. Olanı biteni abarta abarta, sanki kız gönlüyle yapmış gibi anlattı Sultan.

“Besle kargayı oysun gözünü! Atacağım bu kızı dereye, dere paklasın!”

“At!” diye destekledi köylü, “Eteğine sahip olamayan başka neye sahip olur ki?”

Sultan’ın gazıyla iyice galeyena gelen köylüyü Recep sakinleştirmek istediyse de yapamadı. Karısını susturamıyordu ki köylüyü ikna etsin. Kızın bir cahillik ettiğini anlıyordu. Kız ne biliyordu da gidecek kendini bir şehirliye sunacaktı. Belli ki yalana kanmıştı. Karısı ve köylünün kızı öldüreceğini anlayınca, vicdanı rahat etmedi koştu Bilgeyi buldu getirdi.

Geldiklerinde Gül evin önünde yerde kanlar içindeydi. Sultan ele güne gösteri yapar gibi bir de göz önünde dövmüştü kızı elindeki odunla.

İçlerindeki vahşiyi iyice serbest bırakan köylüler karşılarında Bilge’yi görünce birden kendilerine geldiler.

“Ne yapıyorsunuz?” dedi Bilge kızın olduğu yere ortaya geçip.

(devam edecek)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s