“Kocama şimdilik sizi bu eve aldığımdan bahsetmedim. Benim insanlara fazla güvendiğimi düşünüyor. Zarar görmemi istemiyor belki ondan tabi ama henüz evlendik Bu konulara girmek istemedim açıkçası, senin için bir mahsuru yok değil mi?”
“Nihal abla eğer senin için sıkıntı olacaksan bir çare aramaya çalışırım ben, senin yaptığını kim yapar? Sen karşımıza çıkmasaydın zaten sokaklarda olacaktık.”
“Hayır olur mu hiç? Öyle söylemek istemedim. Bazı şeyleri onun anlaması mükün değil, yani hastalığımın bende yarattığı izleri, düşünceleri kastediyorum. İnsanlar ne kadar çabalarsa çabalasın kendi yaşamadıkları durumları tam olarak anlayamazlar. Ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar. Bu yüzden kimse hakkında peşin fikirli olmamak gerektiğini düşünürüm ben. “
“Seninle karşılaşana kadar yeryüzünde iyi insanların olduğunu düşünmüyordum ben aslına bakarsan!” dedi Kader gülümseyerek.
Sınava çok az bir zaman kalmıştı. Mesude hanım ilaçlar sayesinde durgunlaşmıştı biraz. Zaten eskiden de sakin bir kadındı. Hastalık insanların kişiliklerine göre şekilleniyordu. Duygular ve davranışlar kontol edilemediği için kendilerinde var olan ama terbiye ettikleri duygu ve düşünceler serbest kalıyordu.
Bununla birlikte hiç beklenmedik davranışlarda da bulunuyordu Mesude hanım. Örneğin bir gece kalkıp, Kader’in odasının kapısını açmış, daha önce babasından duyduğu bir sürü küfürü ardı arkasına kızına öfkeyle sıralamış sonra da gidip uyumuştu. Bir keresinde de aşık olduğu biri olduğunu söylemişti. Gidip onu bulması gerektiğini.
“Rahmetli annem kalçasını kırınca onu bir bakımevine yatırmamız gerekti.” diye anlatmıştı Perihan hanım, “Orada görmüştüm bu hastaların nasıl birbirlerine benzediklerini. Orada karşılaşmış bir adamcağızla, kadın kendilerini nişanlı sanıyorlardı örneğin. Kadın adamla konuşmaya çalışa hasta, doktor, misafir diğer tüm kadınlara saldırıyordu hemen. Adamın elinden çekiştirip götürmeye çalışıyordu. Bir başkası aynı Mesude hanım gibi gençlik aşkını anlatıyordu. Gelip onu alacakmış bir gün!”
“Annemin gençlik aşkı mı var yani sence?” demişti Kader merakla.
“Kim bilir?” diye kıkırdadı Perihan hanım, “Neden olmasın ki, köydeyken olmuştur belki gönlünü kaptırdığı biri.”
Bütün bunları annesiyle konuşup ona sormak için çok geç kaldığını düşünmüştü Kader o zaman. Annesi yanında, gözünün önünde nefes alıp veriyor olsa da artık eski annesi değildi. Kendi dahil ertafındaki herkese yabancı, bir tül perdenin arkasından bakan silik bir gölge gibiydi. Bu sınavı kazandığını onun görmesini istiyordu. Her zaman istediği dua ettiği gibi bir meslek sahibi olduğunu görmesini.
Şimdi onun sınava gireceğini bile unutmuştu. Bazen anda, bazen başka zamanlardaydı aklı ama hiç bir zaman gerçek hayatta değildi.
Nihal sınava gireceği okula bakmaya Kader ile birlikte gitti. Sınav günü de sabah gelip onu aldı.
“Nihal abla eşin bir şey diyecek diye korkuyorum!”
“Merak etme şehir dışına gitti iki hafta yok!”
“A sahi mi? Şans olmuş gerçekten!”
“Evet öyle oldu. Haydi bakalım, şimdi güzelce beynini boşalt, sınavda lazım olan bilgiler dışındaki her şeyi kapının dışına at! Burada bekleyeceğim seni dört gözle!”
Annesi yerine Nihal’ın orada olması Kader’i hem çok mutlu etmiş, hem hüzünlendirmişti. Gözleri dolu dolu sarıldı kadının boynuna. Sonrada koşarak okulun içine girdi.
Nihal kendine verdiği sözü tuttuğu için çok mutlu hissediyordu. Hayata kısa tatsız bir ara vermişti. Annesinin acısı ve bu illet hastalık onun bunca yıl hayattan öğrendiği herşeyi alaşağı etmiş, bakış açısını değiştirmişti. Şimdi ise Kader ve annesi yapıyordu bunu.
“Baban ölünce büyürsün!” demişti bir tanıdıkları, babasının ölümünü pek hatırlamıyordu. Annesi ölünce büyümek zorunda kalmıştı Nihal. Kader annesi yaşarken öldüğü için büyümek zorundaydı. Hayata bir çocuk getirmek istemiyordu hastalığının ona da taşınmasından korktuğu için. Elbette doğar doğmaz değil ama sonraki yaşlarında annesinden aldığı genetik ile hasta olabilirdi. Çocuk doğurma yaşını da geçirmişti beklerken. Kader ona bir kız kardeş, bir kız evlat olabilirdi belki. Belki kocasının tabiriyle “Ayağı düze çıkınca çekip giderdi!”
Turhan cüzdanı ile zarfın içinden çıkan bebeği işyerindeki dolabına koymuştu. Cüzdanını nerede kaybettiğini hiç hatırlamıyordu, çalınmış olabileceğini düşündüğü için, ki içi para dolu bir cüzdanın çalınmış olmasını düşünmesi çok normaldi, kimliklerini yeniden çıkartmıştı. Zarfın içinden çıkan mektubu okuyunca hatırlamıştı hastaneden nasıl koşarak çıkıp taksiye bindiğini. Tuhaf bir mektuptu ama etkilenmişti. Şirketin kameralarına baktırmıştı zarfı bırakan kızı görebilmek için. Danışmadaki memur söylemişti bir kızın bıraktığını ama başka hiç bir bilgi edinememişti. Zaten cüzdandaki parayı alan birinin adını söylemesi onun pek zeki olmadığını gösterirdi. Yine de cüzdanı geri getirmişti. İki eksikle, para ve düğme, ah tabi bir de kartvizit.
Turhan’ın dedesi marangozdu. Çok iri bir adam olduğundan nenesi onun bütün kıyafetlerini kendi dikerdi. Çünkü o zamanlar o bedene uygun kıyafet bulmak kolay değildi. Zaten insanlar ya birbirlerinin eskilerini ya da eskilerden bozulanları giyerdi çoğunlukla. Ülkenin zenginlik içinde yaşadığı yıllar değildi. Gerçi bu ülke tüm varlığına rağmen her nasılsa hiç zengin bir ülke olamamıştı. Eskilerden bozulanlarda Fahri dedeye küçük geldiği için nene ucuz kumaşlar alır ona elinden geldiğince dikerdi üzerindekileri. Bu yüzden Fahri dedenin kıyafetleri kimseninkine benzemezdi. Gömlekleri hep yakasız, pantolonları hep lastikli ve cepsizdi örneğin. Bu ona has bir giyim tarzına dönüşmüştü. Oysa nenenin elinden gelen bu kadarı olduğu için böyleydi kıyafetleri. Nene kıyafetler dikmek için onca emek verince, düğmelerinide kendi yapmaya başladı Fahri dede. Ancak nenenin diktiği farklı kıyafetlere göre, farklı düğmeler yapmak istediği için önceleri iki veya dört delikli düğmeler yaparken sonraları yedi delikli yapmaya başladı. Bu esprili karı kocanın yaptıkları işleri anlayamayanlar yedi delikli düğmeleri merak etmeye başladılar. Fahri dede de onlara yedi delikli düğme şans düğmesidir deyiverdi bir gün. Böyle olunca herkes şans getirsin diye bir tane de olsa yedi delikli düğme alıp kıyafetlerine dikmeye başladı. Yedi delikli düğme öyle meşhur oldu ki, Fahri dede sonunda marangozluğu bırakıp yedi delikli düğme üretmeye başladı. Sonra Turhan’ın babası ve amcası bir düğme fabrikası kurdular. Babalarının ürettiği düğmeleri de çerçeveletip buradaki odalarına astılar. Fahri dede artık yaşlandığı için elde düğme yapmayı çoktan bırakmıştı. Fabrika ürünü olunca da yedi delikli düğmenin büyüsü kaybolmuştu. Fabrika sadece yedi delikli düğme üretmek için kurulmamıştı zaten ama yine de başlangıçta tahta düğmelerden biraz ürettiler. Fabrikanın kuruluşundan beş yıl sonra bir yangın çıkınca Fahri dedenin elinde yaptığı çerçevelenen düğmeler de yangında yok olup gitti. Fahri dede yangına o kadar üzüldü ki bir kaç ay sonra kalp krizi geçirip hayata veda etti, ardından da nene gitti. Turhan’ın babası ve amcası fabrikayı yeniden kurdular kazandıklarıyla ve işleri çok ilerletip, yurt dışına açıldılar ama zavallı Fahri dede ve nene hiç birine şahit olamadı.
(devam edecek)
Benim çocukluğumun olayıdır arkası yarin.O zaman da bayilirdim.Bana bunu yeniden yaşatanlara sonsuz saygı ve minnetle.Takip ediyorum ayni heyecanla
BeğenLiked by 1 kişi
çok teşekkürler 🌸
BeğenBeğen
Heyecanla okuyup bir sonraki yazıyı bekliyorum elinize emeğinize yüreğinize sağlık
BeğenLiked by 1 kişi
teşekkürler 🌸
BeğenBeğen
Her gunheyecanla bekliyorum hikaye cok güzel
BeğenLiked by 1 kişi
çok teşekkürler
BeğenBeğen