Ahmet otuz beş yaşında güzel gözlü bir adam olmuştu. Sakalı, bıyığı olmasa yüzünün güzelliğini Ayşe’den aldığı görünecekti ama bir gözleri görünüyordu. Turna ve Hüseyin’de çirkin insanlar değillerdi ama Ahmet ikisinden de güzeldi. Ayşe gibi güzeldi.
“Şansı güzel olsun benim oğlumun!” dedi Turna hayatı boyunca, yaradan annesine güzelliğin en güzelini vermişti ama şans güzel olmadı mı neye yarıyordu güzelllik.
“Allah çirkin şansı versin benim oğluma!” diye dua etti hep Ahmet’e o yüzden. Ayşe’yi de hep yüreğinde taşıdı Turna, yaban dede ile ikisini unutmadı hiç, dualarından eksik etmedi. Diyemedi oğluna. Kolay mıydı o kadar emek verdiğinin karşısına geçip, “Biz seni daha üç beş günlükken ananın kucağından çekip aldık !” demek.
Ne bilecekti hem Ahmetcik olanları, “Niye annemle, anneannemi de kurtarmadınız?” dese ne diyeceklerdi?
Almanya’ya dönüpte her şeyi yoluna koyunca gelmişti akıllarına bunları düşünmek.
“Öyle ya!” demişti Hüseyin, “Kızı alırdık, anasını da alırdık oğlanda yanlarında bir yerlere sığdırıdık.”
“Deme öyle!” derdi Turna da vicdan yapardı böyle söyleyince. Yapacağı varken yapmamış, o kızın da günahına girmiş hissederdi böylece.
“Kızı yolladık geri de o herifler rahat durdular mı ki? Belki dağda bir bebe daha doğurdu ardımızdan, belki kurda kuşa yem oldu o bebe de!”
“Sus Hüseyin sus! Mahsus mu yapıyorsun Allahaşkına! Kalk gidelim o zaman bulalım, alalım kızı da anasını da!”
Dururdu Hüseyin o zaman. Ahmet’ten vazgeçmek olurdu bunu yapsalar. Anası dururken onlarla kalacak değildi çocuk. Ayşe Almanya’ya gelmek istemez, oğlunu alıp onları bir daha görmezse Ahmet’siz ne yaparlardı?
Ne Turna, ne Hüseyin dönemedi geri, ne de söyleyebildiler yıllarca oğlana. Ahmet her şeyden habersiz saçlı sakallı adamdı otuzbeş yaşında annesini kaybettiğinde. O öz annesini kaybettiğini sanıyordu tabi. Gözü kara bir oğlandı Ahmet. Çok zorlamıştı ergenliğinde Turna ile Hüseyin’i. Öyle alev alıveriyordu hemen, çatacak yer arıyordu. Boylu, poslu, cüsseli ve gösterişliydi. Hele şimdi o saç sakalda işin içine girince bir doksana yakın boyuyla caydırıcı bir heybete sahipti doğrudan. Alev alıyordu ergenliğinde ama aslında kavgacı da değildi. Cüssesinin korkutuculuğunu kullansa da elini kaldırıp indirmemişti kimseye. Ergenlikte yapmadığını sonrasında hiç yapmamıştı zaten.
Turna çok istemişti evlensin oğlu, torun görsün, torba görsün ama kısmet olmamıştı. Ahmet istemiyordu evlenmek. Çoktu hayranı aslında, işi güzeldi, kendi güzeldi, eğitimi, nezaketi güzeldi. Türk kızları ile pek yapamıyordu, Alman kızları ile daha anlaşıyordu sanki. Vardı kankisi bir iki ama evlenmeyi düşündüğü yoktu. Evlenmeyi düşünmüyordu çünkü. Ailenin evlenmeyen tek genci de değildi zaten. Kuzenleri de aynı onun gibiydi. Birlikten güç doğar diye düşünüp hepsi bir oluyordu evlilik baskısı başlayınca. Kızı, erkeği kendi için yaşamayı seçmişti.
“Türkiye’de olsaydık böyle olmazdı!” diyordu Turna’nn eltileri ama aslında hepsi biliyordu ki gençler artık çok hikaye dinlemişti evlilik hakkında. Hiç biri mutlu değildi. Evlenenleri de dinlemişlerdi, evlenmeyenleri de görmüşlerdi. Maksat öyle özgür olalım, gezelim tozalım değildi ki onların. Artık yetişkindiler, ergen hevesleri bitmişti. Değmiyordu onlara göre, bir yuva kurmaya değmiyordu. Görev yazılmış gibi bir teviye yaşamak istemiyorlardı. Olursa olur, olmazsa olmazdı. Düzenlari vardı, işleri vardı, mutluydular işte böyle.
“Bunlar bir değişik” diyordu büyükler, “Biri evlense belki ötekilerde evlenir!”
Kimse evlenmiyordu yine de.
Hüseyin, Turna öldükten sonra oğlanla konuşmaya karar vermişti. Bu çocuğun anası gençti onlardan. Çocuktu hatta neredeyse Ahmet’i onlara getirdiğinde. Kavuşmaya hakları vardı bu insanların. Artık otuz beş yaşında yetişkin bir adamdı Ahmet, anlardı.
Böyle düşündü Turna ölünce ama kendi son nefesi gelip Ahmet kırk üç yaşına gelene kadar diyemedi kendisi de. İşte o ölüme günler kala her nasılsa artık gideceğini anlayınca, bir akşam Ahmet’in gözlerinden gözlerini kaçıra kaçıra anlattı her şeyi.
Ahmet’in saçı sakalı örtüyordu yüzünü ama renkten renge giriyor, hayatının şokunu yaşıyordu düpedüz. Sonunda sıktı yumrukları sustu, edemedi çarptı kapıyı gitti o gece.
Kırk üç yaşında insan koca bir yalanla yüzleşemiyordu öyle pat diye. Kırk üç yıl önce olanları duymak için hazır olamıyordu. O ilk üç yıl söylenmeyenin üzerinde kırk yıl geçse, almıyordu akıl veya yürek.
Hele bir de tecavüzün sonucu babasının bile kim olduğunu bilmediği bir çocuk olduğunu öğrenmek dokunuyordu insanın kanına. Anne dediğin, anne değil, baba dediğin baba değil ise Ahmet kimdi o zaman?
İki gün kendine gelemedi, babasına da gelemedi.
“Aile de kimse bilmiyor Ahmet, bir annen bir ben, şimdi bir de sen!”
Kimseye bir şey diyemiyordu şimdi Ahmet. İçinde düğüm üzerine düğüm atılıyor, onlar boğazına değin birikip sonra o koca adamın içinden bir böğürtüye dönüp, bir kusuyor, bir ağlıyordu.
İki gün sürdü bu haller.İki günün sonunda sakinledi biraz, döndü geldi babasının yanına.
Hiç açmadı konuyu, bir şey olmamış gibi üç dört gün daha dayandı. Hüseyin dayanamadı kapattı gözlerini gitti karısının yanına. Ölmeden köyün adını, annesinin adını yazmıştı bir kağıda. Ahmet çok ağladı, o kadar çok ağladı ki koca adamı teselli edemedi kuzenleri ile ailenin geri kalanları. Bilmiyorlardı ki neye ağladığını? Ağladı, ağladı, babasının kırkı çıkana kadar ağladı.
“Sonra ben Türkiye’ye gideceğim!” dedi pat diye, “Biraz uzaklaşmak için, bu arada ülkemide göreyim!”
Bilenlerin aklına hemen Turna ile Hüseyin’in gidişi ve geçirdikleri kaza geldi.
“Aman oğlum kendine dikkat et! Bilmediğin yerlere rehbersiz sormadan soruşturmadan gitme!”
“Gitmem söz!” dedi Ahmet. O kazayı bildiği için uzatmadı. Hiç bir açıklama da yapmadı nereye gittiğine dair, “Doğaçlama gezeceğim, yanlız kalmaya ihtiyacım var!” dedi kesti attı.
Acısı var diye üzerine gidemediler. Hem ana, hem baba gidince bir kimsesizlik çöküyordu insanın üzerine. Kırk üç yaşında hem öksüz, hem yetim kalmışlığın, baba evini kapatmak zorunda kalmanın yükünü almıştı bu adam. İyisi mi gitsin yapmadığını yapsın, kendine gelsin diye üzerine gitmediler.
Ahmet İstanbul’a geldi uçakla, sonra Artvin’e aldı biletini. Anne ve babasının yıllar önce yaptıklarını tekrarladı. Artvin’e inince bir araba kiraladı, bir arazi arabası. Köyü sordu, nasıl gideceğini öğrendi. Yol durumunu, hava durumunu hepsini öğrendi. Çadır aldı bir tane kendine. Anne ve babasıyla da daha önce kamp yaptığı çin yabancı değildi böyle şeylere.
Atladı arabaya vurdu kendini dağa, buldu köyü eliyle koymuş gibi. Yollar da yapılmıştı zaten çoktan. Öyle arabayı alıp aşağı çekececek yol kalmamış kaymak gibi asfat çıkmıştı neredeyse dağın yarısına kadar. Sonraki yol kaymak gibi olmasa da yine de yapılmıştı. Taş, toprak yol ancak köyün başına varınca çıkan sapakta başlıyordu.
Girmedi köye, indi arabadan. Seyretti uzun uzun. Ayşe’nin oğlu, Turna ve Hüseyin gelip onu almasa, yaşama ihtimali olan köye baktı öylece. Köy hiç değişmemişti aslında ama Ahmet bunu bilmiyordu.
(devam edecek)