“Ne yaptın Meryem sen? Ne yaptın? Bu Ayşe ne yapsın? Nereye gitsin, kime sığınsın şimdi?”
Bir yandan ağlıyor, bir yandan üzerini başını yırta yırta dövünüyordu kız. Kimse onun kaç gündür dağda ne yaşadığını, az önce canından çıkardığını ele teslim ettiğini bilmiyordu. Hepsini anasının canını korumak için yapmıştı. Şimdi bir anası da kalmamıştı. Hiç canı yoktu elinde, kendininki hariç. O da çok acıyordu.
Muhtarın karısı ile bir kaç yaşlı geldi çöktüler yanına, “Kızım sakin ol! Annen ne yaptığını bilmiyordu? Olan olmuş, toparlan!”
Diğerleri uğuldamaya başlamıştı bile, “Meryem’in kızı işte!”, “Delirdi bu da anası gibi!”
Muhtarın karısı kocasının onayını alıp kızı kaldırdı sürükledi kendi evlerine kapıyı da kapattı dışarıdaki uğultunun üzerine.
Ayşenin beynindeki sesleri bastıramamıştı zaten hiç biri ki, kız yırtındıkça, yırtınıyordu, köyü tutuyordu sesi. Ne yapıp, ne dedilerse yatışmadı.
Bir kaç saat sonra kapı vuruldu.
“Muhtar bu ilacı rahmetli anam krize girince vereyim diye verdiydi doktor. Öyle duruyordu, baktım tarihi de geçmemiş. Bu kız susar dedim belki içince. Bizde uyuruz!” diyordu köyün aklı başında adamlarından biri. Elindeki ilaç kutusunu uzattı, verdi gitti muhtara.
“Öyle bilip bilmeden ilaç verilir mi?” dedi karısı. Muhtar gözlüğünü takıp okudu içini ilacın. Tarihine baktı sonra, geçmemişti.
“Bir şey olmaz içsin bir tane, yatışsın!” dedi muhtar. Kıza zorla içirdiler birini. Bir saate kalmadı sızdı kaldı Ayşecik.
Köy sessiz bir karanlığa gömüldü ama uğultu sürdü içlerinde.
“Meryem’in kızı da kendi gibi delirdi!”
Ayşe’yi çocukların odasına yatırdılar, çocukları da kendi yanlarına alıp, odanın kapısını, penceresini güzelce kilitlediler üzerine. Daha ezan okunurken bağırmaya başladı Ayşe yine.
“Ne yapacağız bunu? Çocuklar da korkuyor!” dedi muhtarın karısı.
“İlçeye götüreyim ben hastaneye!” dedi muhtar, “Sahiden de delirdi kız!” diyordu o da içinden.
Aldı ilçeye götürdü bir kaç saat sonra. Yanında Ayşe olmadan döndü köye.
“Hani kız?” dedi karısı ama sesindeki tonlamadan geri gelmediğine sevindiğin belliydi.
“Kız şoka girmiş, bakacak kimse yok deyince alıkoydular!”
“İyi şokla atlatır inşallah!” dedi karısı dişlerinin arasından, sanki delilik atlatılabilirmiş gibi.
Sahiden de Ayşe geri gelmedi köye. Doktor muhtarla konuştu, bu kızın bir süre bakıma ihtiyacı vardı, öyle kendi başına olacak bir şey değildi. “Köylü yardım eder mi?” diye sordu, muhtar cevap veremedi.
“O zaman biz bunu şehirde bir yere yatıralım, ben haber veririm” deyip kapattı doktor.
Devletin bakım evi vardı şehirde. Çoğunlukla sahipsiz yaşlılar kalıyordu ama Ayşe’yi de aldırdı doktor bir odasına. Kızın ruhu parçalanmıştı, toplamak kolay olmayacaktı. Kimse arayıp sormadı kızı bir daha. Aslında muhtar acıyor ve merak ediyordu garibanı ama karısı öyle bir belli etmişti ki peşine düşerse olacakları, açıp doktora da soramıyordu “Gelin alın !” deyiverirse diye.
Ne kimse gelin alın dedi yıllarca zavallı Ayşe’yi, ne de Ayşe iyi olup çıkabildi o bakımevinden. Yaşlıların ömrü tükendi gitti, o genç olduğu için bakımevinin en kıdemli hastası oldu sonunda.
Başına gelenleri anlattı sürekli doktorlara, bir bebekten hiç bahsetmedi. Ağladı durdu geceleri. Meryem’e ağladı, kendine ağladı, bebeğe ağladı, yaban dedeye de ağladı. Sağ olsaydı ne Meryem ölür, ne Ayşe ortada kalırdı. Yaban keçilerine baktığı gibi bakardı yaban dede onlara. Kimse de onun elinden Ayşe’yi almaya cesaret edemezdi o zaman. Keçilerin sütünü almıştı Ayşe dağda. Yaban dedenin keçileri o oğlana süt vermişlerdi. Keçinin altına tutmuştu önce bebeği, sanmıştı ki keçi yavrusu gibi kapacak bebe memeyi. Ne keçi durmuştu öyle, ne bebe. Sonra ineği sağar gibi avucuna sağmış akıtmıştı bir bebenin ağzına, bir kendinin. Hepi topu oncağızla ama keçiler sayesinde kalmışlardı hayatta. O çadırcılar olmasa bebeği bir yere bırakıp dönemiyordu zaten az kalsın. Dönüp duruyordu dağ tepe. Kendi başına bırakıp ölmesine gönlü razı değildi. Keçiye de bebeği bırakacak hali yoktu. Yaban dedenin keçilerinden sonra Allah o insanları çıkarmıştı karşısına. Kimseye demiyordu ama. Tecavüze uğradığını söylerse öldürürlerdi çünkü. Meryem’i de öldüreceklerdi ama o kendini öldürmüştü onlardan önce ya da kimse görmeden girip astılardı belki anasını.
İki elinin arasına alıyordu bunları düşünürken başını. Dizlerinin üzerine oturuyor ağlıyordu, “Meryem seni gelip astılar mı?”
Eliyle yazar gibi bir şeyler yapıyordu ara ara, baş hasta bakıcı seviyordu Ayşe’yi.
“Sana kağıt kalem vereyim mi?” diye sordu bir gün, başını salladı Ayşe.
Köyde öğretmen vardı eskiden. Bir yıl durmuştu o da denk gelmişti Ayşe’ye. Okumayı söktürmüştü yaz gelmeden. Sonra da evleneceğim deyip gitmiş bir daha da gelmemişti okula. Okul ahırdan bozma bir yerdi ama okuldu neticede. Ahır oldu sonra yine. “Öğetmeni olmayan okul ancak ahır olur” dedi köylü. Sanki neye yarıyordu zaten.
Unutmamıştı okumayı yazmayı Ayşe, muhtar gelen eski gazete, dergi olursa veriyordu ona. Dura dura okuyordu, sonra hızlandı biraz. Önce anlamıyordu okuduğunu. Bir daha okuyordu. Çözmeye çalışırken okuduğunu unutuyordu. Annesine okuyordu bazen de.
“Meryem insanın kendi ağzından çıkanı kulağı duyuyor ama aklı almıyor!” diyordu çoğu zaman. Kendini dinlemiyordu okurken çünkü.
Kalemler de vermişti muhtar ona, onun çocukları kasabadaki okula gidiyordu. O yüzden evlerinde kalemleri kağıtları oluyordu. Hasta bakıcı Ayşe’nin kağıtla kalemle olmaktan hoşlandığını anlayınca, bir eski ajanda buldu getirdi bir yerlerden. Bir iki sayfası dolmuş, kenara atılmıştı. Deri kapaklı kalınca bir ajandaydı. O andan itibaren Ayşe’nin hazinesi olmuştu. Bazen günlerce yazıyor, kalemi küçücük olunca gelip başka bir tane istiyordu. Bazen de okuyordu kendi yazdıklarını, kendi kendine konuşuyordu.
Sahiden kızın aklı geri gelmeye niyeti olmadan gitmişti. Meryem’in deliliğinden değilse de, hayatın yüküne dayanamamıştı.
“Keçileri kaçırmış!” demişti biri bir kez duymuştu.
“Yaban dedenin keçileri kaçmış sanmış, ortalığı birbirine katmıştı! O keçiler olmasa dağda ölüp giderlerdi en kıymetlisiyle. O keçileri kaçıran Ayşe’ye verecekti hesabını.”
Ayşe kendi köyünden sürülüp bir bakım evinde kaderini yaşarken, Ahmet mutlu ve güzel bir ailenin içinde büyüyordu. Türkiye’yi hiç görmediğini sanıyordu hayatı boyunca. Üç yaşına geldiğinde söylemeniz lazım demişlerdi. Sonradan söyleyince sorun oluyordu ama üç yaşındaki çocuğa seni dağda bulduk demek, leylekler getirdi demek gibi bir şeydi. Hüseyin ısrar etse de Turna diyemedi.
“Tutacağım sözümü, söz verdim evet. Ne diyeyim çocuğa, nasıl anlatayım? O büyününce bilecek hepsini sen merak etme!” diye oyaladı Hüseyin’i.
Ahmet otuz beş yaşına geldiğinde son nefesini verirken bile bekledi Hüseyin söylesin diye ama diyemedi Turna, o da karısını üzmemek için ses etmedi.
(devam edecek)