“Aradığım beni bulmuştu adeta. Simsiyah gözleri ve bembe yaz teniyle o karşımda duruyordu. Saçları o kadar gür ve siyahtı ki, bir kuzgunun tüyleri gibi duruyordu. Bir yaşında var ya da yoktu. Oyuğun dibinde içine bırakıldığı bir kumaş parçasının ortasında oturuyordu. Elinde boncuklardan yapılmış bir şey vardı. Bir kolye olmak için kısaydı. Tahtadan oyulmuş boncuklardı bunlar. Onları ağzına sokuyordu sürekli.
Sonra birden aklım karıştı. Bu küçük bir kız çocuğuydu evet ama bizim yaşam alanımızdan çok uzaktı. Sesini buradan duymuş olamazdık. Belkide ailesi biraz sonra dönecek olan herhangi bir çocuktu bu. “Ormanın ortayerinde mi?” dedi zihnim. Zaten bir yere gidecek durumda değildim, çantama hazırladığım pişmiş hamurdan bir parça koparım eline verdim ve onu hemen yedi. Sonra bir daha, bir daha, hamur bitene kadar hepsini yedi. Oldukça iştahlı veya çok açtı. Biraz da su içirdim üzerine. Çantamdaki sıcak tutacak şeylerden çıkarıp sardım onu. Biraz sonra uyumaya başlamıştı. Hava karardıktan sonra tuhaf bir şey oldu. Oyuğun karşı duvarında bir ateş yandı yerde kendiliğinden. Bu kırık bir yağ lambasıydı. Onu hatırladın mı? Rivayetin bir bölümünde ondan bahsediliyordu. Onu iyi sakladığını umarım çünkü o seninle birlikte geldi ve seninle geri dönecek. “
“Büyük baba!” diye inledi Andora yeniden. Yıllardır dinleyip durduğu ağlayan kızın kendisi olduğunu aklı almıyordu bir türlü. Bunca zamandır o masallları dinlerken de hiç aklına gelmemişti. Masalların gerçek olduğunu bile biliyordu ki zaten, oradaki kızın kendi olduğunu düşünsün.
“Nereye döneceğim büyük baba? Nasıl yapacağım? Neden bunları söylemeden bıraktın beni?” diyerek okumaya devam etti.
“Sabah olduğunda varsa da bir ailesi, gelmemişlerdi. Ağlama günü sona ermişti zaten, o yüzden emin olmak için onun ağlamasını bekleyemezdim. Onu kucakladım. İnmeden önce etrafına başka bir şey bırakılmış mı diye kontrol ettim. Bir taş parçası yuvarlandı kumaşın içinden. Üzerinde kurucularımızdan birinin arması vardı. Ona uzandım cebime koyacaktım bir delil olduğu için ama ben daha ona uzanamadan iz silinip gitti. Yine de aldım taşı ve cebime koydum. Ayaklarım tıpkı beni getirdikleri gibi, geri eve kadar getirdiler. O kadar uzaktan tek başıma kaybolmadan nasıl döndüğümü gerçekten bilmiyorum. Evden çıkıp o oyuğa varışımdan eve dönşüme kadar her şey gerçekten bir sihir gibiydi.
O kız çocuğu sensin işte balım, artık öğrendin. Seni koruma kutsal görevi baba verildiği için çok şanslı olduğumu düşünmüştüm başta. Ancak snei büyütürken, senin gibi özel bir çocuğun büyükbabası olmanın ne kadar önemli ve güzel olduğunu anladım. Sayende büyükbaba oldum ben. Benim şansım sendin. Neden seni bir yere yollamayıp kimseyle görüştürmediğimi de artık anlamışsındır. Burada yaşayan insanlar benim bir torunum olmayacağını tahmin edebilecek kadar önceden tanıyorlardı beni. Neyse ki hiç bir zaman kalabalık yerlerde yaşamamıştım. Birden bire ortaya çıkan bir kız torundan şüphelenebilirlerdi. Seni iz sürücülerden korumak zorundaydım, çünkü bu görev bana verilmişti. İz sürücüler rivayette uzun uzun anlatılır ama bunları ben şimdi anlatmayacağım nasılsa bir şekilde öğreneceksin.
Sana hep söylediğim gibi kızım! Bu evde uzun süre yaşamana yetecek kadar yiyecek ve suyun olmayacak. Bostandaki sebzelerle uğraşma bile, çünkü toprak susuzluktan artık verimini kaybetti denilebilir. Gitmek zorundasın. Bu mektubu okuduğuna göre benim görevim son bulmuş demektir. Sana verdiğim o hediyeyi hatırla.
Sana oyuktan aldığım taş ile boncuklarını da vermek isterdim ama ne yazık ki senn üç dört yaşlarındayken onları kuyulardan birine düşürdük. Bu nedenle sadece o lamba kaldı geriye ve zaten sihirli olan parça da o!“
Mektubun devamında gittiğinde yapacaklarını hatırlayıyordu büyük babası. Rivayetin devamında anlatılanlardı bunlar zaten. Mektubu saklamasını istiyordu, çünkü masallarda anlatsa, mektubu okusa da unutabileceği şeyler vardı. Mektubu katlayıp giysisinin içine diktiği küçük bir cebe sıkıştırdı. Böyle yapmayı ona büyükbabası öğretmişti. Sürekli iş yaptıklarından giysilerin dışındaki ceplere koyduğu her şeyi kaybediyordu. Büyük babası da onun bütün giysilerine birer iç cep dikmişti küçükken, büyüdükten sonra da kendisi dikmişti hepsine.
Beğenmediği yağ lambasına bakmak için yatağının altından çıkardı ve masanın üzerine koydu. Mumun ateşi ile onu yakmayı denedi ama lamba yanmadı. Zaten içinde yağ da yoktu.
“Bununla ne yapmam gerekiyor acaba?” dedi kendi kendine. Lambayı seyredip düşünürken uyuyakaldı sonra. Uyandığında gün aydınlanmıştı. Evde gerçektende yiyecek bir şey kalmamış gibiydi. Masanın üzerindeki kırık lambaya bakara bulduklarından kendine bir kahvaltı hazırladı. Lambayı eline aldı, “Sihirini göster!” dedi ama yine bir şey olmadı.
“Belkide lamba eskidi!” diye düşündü içinden. Büyük babasının söylediği gibi buradan gitmeye kalksa nereye gideceğini bilmiyoru. Ona yol gösterecek tek şey bu kırık lambaydı ama onu da evirip çevirdiği incelediği halde anlayamamıştı ne olduğunu.
Bahçeye çıkıp bostana baktı. Bir iki domates bulunca çok sevindi. Evde biraz unda vardı en azından bir öğün daha yapabilirdi bunlarla. Hatta iki öğün. İki gün yetecek suyu da vardı. Bu iki günün içinde lambanın sihirini keşfetmeyi umuyordu.
İkinci günün sabahı olmasına rağmen lamba herhangi bir sihir veya ipucu göstermemişti. Evde bulduğu çok az yağ ile yakmayıda denemiş ama lamba yanmamıştı. Büyük babasının mektubunun çıkarıp üç kez daha okudu. Belki de bir şeyleri eksik okumuştu. Ancak lambanın nasıl işe yarayacağına dair bir açıklama yoktu, sadece oyuktaki o gece kendi kendine yandığı yazıyordu ki şimdi onu da yapmıyordu zaten.
Lambanın sırrını çözemediği için bir yere gidemezdi. Evden ayrılsa kaybolur, yırtıcılara yem olurdu. Bu ev ve kuyular arasındaki alan dışında hiç bir yere gitmemişti hayatı boyunca. Aslında kasabayı çok merak ediyordu.
Sonra aklına bir fikir geldi. Kılık değiştirip, ki dedesinin kıyafetleri duruyordu, saçlarına biraz un sürerek aklaştırabilir şapka takardı, kasbaya gider dedesinin pantolon cebinde bulduğu bir kaç kuruşla yiyecek alabilirdi Dönüşte kuyuya uğrar alabildiği kadar da su alırdı. Böylece bir kaç gün daha kazanırdı.
Hızla toparlanıp düşündüklerini yapmaya başladı. Kasabaya ilk kez gideceği için kalbi hızlı hızlı atıyordu. Pencerenin güneş vuran kanadında kendini inceledi. Şapkanın tereğini yüzüne indirdince yaşlı bir adama benziyordu bir metreden fazla kimseye yanaşmadığı sürece herkes onu yaşlı bir adam sanacaktı. Aslında Andorayı da kimse görmemişti ve onun ağlayan kız olduğunu da kimse bilmiyordu ama büyükbabasıi iz sürücülerden bahsettiğine göre onlar her şeyden haberdar olmalıydılar. Ancak yaşlı bir adamın ağlayan kız olabileceğini onlar da bilemeyecekti. Mutlulukla gülümsedi kendi kendine. Keşke büyükbabası da bu çözümünü görebilseydi o zaman belk birlikte giderlerdi kasabaya ve bu kadar insanlardan uzak kalmaları gerekmezdi.
(devam edecek)