Hikaye Anlatıcı – Bölüm 1

Bir zamanlar yemyeşil olan Güneş ülkesinde ağaçlar sonsuz bir uykuya çekilmeye başlamışlardı. Ülkenin kurulduğundan bu yana parlayan güneşi ve çağlayan nehirleri sayesinde bir yeryüzü cennetinde yaşıyordu halkı. Bereketli topraklarda yetişen meyveler, sebzeler ve hatta rengarenk çiçekleri duymayan bilmeyen kalmamıştı. Çok uzak ülkelerden geliyorlardı bu bitkilerin tohumlarını edinmek için ama bitkiler sadece Güneş ülkesinin iklimine uygun olduklarından alanlar daha ülke sınırlarından çıkar çıkmaz ölmeye başlıyordu tohumlar.

Güneş ülkesinin kurucuları çok uzun zaman önce gelmişlerdi bu topraklara. Onlar geldiklerinde de tıpkı şimdiki gibi bir kuraklık yaşanıyordu burada. Derler ki kuruculardan biriyle gelen hikaye anlatıcı sayesinde yağmurlar geldi ülkeye, yağmurların gelmesi ile birlikte de bereket.

Güneş ülkesinin güneşi her zaman buradaydı ama nehirleri kuru, bulutları eksikti onlar gelene kadar. Bir çölü andıran kurak topraklar hikaye anlatıcının gelişi ile yeşermiş, ana rahmine düşer gibi düşmüştü yağmur damlaları toprağa.

Toprağın unuttuğu, derinlerde kuruttuğu tüm tohumlar suyun varlığını hissedince geri gelmişlerdi yeryüzüne. Bir toprağın olabileceği en verimli haline dönüştürmüşlerdi ülkeyi.

O zaman gelip güneş ülkesini berekete boğan kurucular çok uzun zaman sonra yeniden bir kuraklık olacağını ve yine bir hikaye anlatıcı gelene değin devam edeceğini söylemişlerdi. Ancak bu kez hikaye anlatıcı bu topraklarda büyüyecek, başka bir yerde yetişip gelmeyecekti. İnsanlar onun gelişini ormandaki ağlayan çocuk sesiyle anlayacaklardı. Yedi gün, yedi gece ağlayacaktı çocuk. Toprağın, ağaçların ve derinlere çekilip saklanan tohumların sesiyle yağmur için ağlayaycaktı.

“Büyük baba, o çocuk kimdi peki?” dedi Andora merakla.

“O çocuk bir hikaye anlatıcı dedim ya Andora!”

“Tamam ama ormana nasıl gelecek?”

“Çocuk ormana göklerden gelecek demişler kurucular. Ormana düşecek yedi gün ağlayacak, sonra onu bir adam bulacak ve yetiştirecek.”

“Gökyüzünden mi düşecek büyük baba”

“Kurucuların söylediğini söylüyorum işte sana. O çocuk kurucularımızın geldiği yerden gelen çocuk anlamadın mı?”

“Hayır anlamamıştım! Peki ne renk olacak acaba?”

Güldü büyük babası, “Tabi ki bizim gibi olacak Andora. Onu görünüşünden ayırtedemezsin!”

“Nereden biliyorsun büyük baba onu gördün mü ki?”

“Hayır görmedim ama kurucuların söyledikleri böyle!”

“Peki o kadar zamandır kurucuların söylediklerini kim aklında tutmuş ki. Çok eskiden değil mi bunlar! Hem onlar yanılmış olamazlar mı? “

“Kurucular yazılı metinler bırakmışlar, günümüzde onların yazdıklarını okuyabilen pek kalmadı ama herkes o yazıtlarda ne olduğunu bilir. Yanılmış olacaklarını sanmıyorum. Bak kuraklık geri geldi Güneş ülkesine!”

“Ben hiç yeşil olduğunu görmedim ki zaten!” dedi Andora gülerek.

“Haklısın! Buralar o kadar yeşil ve güzeldi ki, gerçektan tanıyamazdın görsen. Ben yeniden görebilecek miyim çok emin değilim ama senin göreceğinden şüphem yok!”

“Yoksa ormanda bir ağlama sesi mi duydun büyükbaba?”

Güldü büyükbabası cevap vermedi meraklı Andora’ya. Bıraksa bütün gün soru sorardı çünkü.

“Haydi git kuyudan su getir! Akşama hiç suyumuz yok!”

Andora istemeye istemeye kalktı yerinden, içinde su kalan en yakındaki kuyuya ancak yarım saatte varılıyordu yürüyerek. Kuyuya giderken bir zamanlar ağaçların sıklığından içinden geçilmeyen bir ormanın yanından geçecekti. Şimdilerde seyrek ağaçlar vardı sadece. Kuraklı başlayalı olmuştu epey. Andora kuraklık olmadığı bir zamanı hiç görmemişti örneğin. Şimdi on üç yaşındaydı.

Geceleri uyumadan büyük babasının anlattığı yeşilliği hayal ederdi evlerinin etrafında. Ormanda sevinçle zıplayan sincapları, uçuşan rengarenk kelebekleri ve şarkı söyler gibi rüzgarda sallanan o kocaman renkli çiçekleri.

“Keşke şimdi de olsa!” diye geçirdi içinden elinde kovasıyla su kuyusuna giderken. Geçen yıl oturdukları yere daha yakın olan kuyulardan biri bu yıl kurumuştu. Nehirlerin yataklarındaki topraklar çoktan çatlamış ve kurumuştu. Su bulamadıkları için hayvanlar Güneş ülkesini terkediyorlardı.

“Yer altı suları da daha fazla dayanamaz!” demişti büyük babası. Yağmur yağmadığı sürece güneşin bir zamanlar besleyici olan ışıkları susuz öldürücü birer ok gibi avlıyordu bitkileri tek tek.

“Güneş ülkesinin düşman güneşi, her sabah yorulmadan yükseliyordu dağların ardından!” diyerek oyuncak kılıcı ile kendi kendine oyunlar oynuyordu Andora.

Evleri diğer evlerden oldukça uzaktı. Gittiği su kuyusuna da çok insan gelmediği için hâlâ su bulunuyordu. Kalabalık yaşam yerlerinden çoktan kurumuştu kuyular. İnsanlar sabah çiğ tanelerini toplamaya başlamışlardı. Banyo yapamadıkları için hastalıklar artmıştı. Bu nedenle merkeze gitmesi yasaktı Andora’nın. Neredeyse buradan başka bir yer görmemişti.

Yıllardır büyük babasından bu ülkelerin kurucuları ile ilgili masalları dinlerdi. Masal olduğunu o söylemiyordu. Büyük babası diyordu öyle. Bu ülkede yaşayan her çocuk gibi o da bu masalları bilmeli büyüdüğünde çevresine anlatmalıydı. O yüzden defalarca anlatıyordu bazılarını. Hatta hatırlıyor mu diye soru soruyordu Andora’ya.

Andora çok seviyordu hepsini ama sürekli dinlemekten sıkıldığı için bazı bölümlerini hatırayamıyordu. Daha da doğrusu o sırada bir şeylere daldıp gittiği için dinleyemediği oluyordu. Hiç bir eksik kalmadan öğrenmesi için de büyük babası sürekli anlatıyordu.

“Birazcık değiştirip anlatılsa ne olur sanki büyük baba masal sonuçta bunlar!” diye isyan ediyordu Andora.

“Olmaz çocuk! Sen bu ülkenin geleneklerini mi bozacaksın bakayım bacak kadar boyunla! Hepsini nasıl anlatıyorsam öyle ezberleyeceksin!”

Oflaya puflaya kabul ediyordu yeniden ve dinliyordu dedesini.

“Ormanda çocuğu bulan adam ne yapmış söyle bakalım?”

“Onu alıp hemen evine götürmüş, kimseye de onu ormanda bulduğunu söylememiş. Çünkü bu başka dünyadan gelen hikaye anlatıcı çocuğun peşine düşecekler varmış. Herkes bu ülkenin iyiliğini istemiyormuş tabi ki!”

“Neymiş o peşine düşeceklerin adı bakayım?”

Biraz düşündükten sonra “İz sürücüler!” dedi Andora sevinçle.

“Aferin sana!”

Kuyuya varana kadar vakit geçmesi için kendi kendine büyük babasının taklidini yapıyordu böyle. Bir büyük babas,ı bir kendisi oluyordu. Dönerken kova ağır olduğu için hoplayıp zıplayamıyor, önüne baka baka yürüyordu dikkatlice ve taklit oyununu oynamıyordu.

Büyük babasının anlattığına göre, ormanda kız çocuğunu bulan adam onu ilerideki görevini doğru yapabilsin diye eğitiyordu gizli gizli. Çocuk kendini ele vermesin diye ondan bile saklıyordu kim olduğunu. Günlük hayatın içine yerleştirdiği oyun ve hikayelerle yaşayacakları ve yapacaklarını anlatıyordu çocuğa. Kasabaya iz sürücüler olduğu için kesinlikle gitmemesi gerekiyordu. İz sürücüler de tıpkı o çocuk gibi başka bir dünyadan gelmişlerdi ve bir kez kokusunu aldılar mı onun peşine düşer ve mutlaka yakalarlardı.

Aslında defalarca sormasına rağmen büyük babası yakalarlarsa ne olacağını anlatmamıştı. Yani kıza ne yapacaklarını, yoksa kız yakalanır ve buradan götürülürse yağmurlar asla gelmeyecek kuraklık yüzünden ülke ve insanları yok olacaklardı.

Ülkenin güçlü kralının bile yapabileceği bir şey yoktu. Tek çare hikaye anlatıcıydı. Onun gelmesi de yetmiyordu ne yazık ki, geldikten sonra büyümesi ve sahibini bulması gerekiyordu.

Çok saçmaydı ama bu hikaye anlatıcının bir sahibi vardı gerçekten. O sahibin elinde de bir kağıt vardı. O kağıt da çok gizli olduğundan kimseye gösterilmezdi. Uzun zamandır kağıdın kraliyet ailesinde olduğu söyleniyordu ama aile hiç bir zaman bunu doğrulamamıştı. O kağıt sihirli bir kağıttı, hikaye anlatıcı ile kaşrılaşma zamanı gelince kağıtta bir isim belirecekti. O isim hikaye anlatıcının sahibi olacaktı. Bu tam kölelik gibi bir şey değildi aslında ama nedense sahip denilmişti o kişiye.

(devam edecek)

Hikaye Anlatıcı – Bölüm 1” için bir yanıt

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s