Sinan’a cevap yazmadan telefonu yatağın üzerine fırlattı. Çantasındaki eşyaları kontrol etti. Bir kaç gün idare ederdi onu bu kıyafetler. Yıkanması için misafirhaneye verebilirdi ayrıca.
Odanın anahtarını yanına alıp çıktı dışarıya, eczaneye uğrayıp çocuklara bakacak sonra da gidip biraz sokakları dolaşacaktı. En azından bu gün için böyle ev aramaya karar verdi. Aylak aylak gezecekti civarı. Eczaneden çıkış çoğunlukla eve gittiği için koşturarak bu mahalleyi tanıma şansı da zamanı da olmamıştı çok fazla. Çocuklar arka sokaklardan birinde bir pasta evinden bahsederdi hep. Hatta bazen Doğukan ortadan kaybolur oradan üçüne bir şeyler alır gelirdi.
“Kilo aldıracaksınız bana!” diye söylenirdi Suna ama tatlıyı her zaman sevdiği için dayanamaz yerdi.
“Ya Suna abla beğenen beğenmiş alsan ne olur!” derdi Firuze gülerek, yan gözle Doğukan’a bakardı sonra. Doğukan Firuze’yi bunaltırdı azıcık kilo aldığında çünkü.
“Kendine bakacaksın, bu adam doktor, sağlıksız, obez bir karısı olacak değil!” diyen sesi çınlardı Hatice hanımın kulaklarında. O pastaları yerken bu ses kaçırırdı bütün keyfini ama sinirden yerdi yine de. Sanki ondan intikam alır gibi çiğneyerek hemde.
Bir kez olsun gidip o pastacıyı görecek fırsatı olmamıştı ya da pastaları beğendiği halde alayım da evde hep beraber yiyelim gibi bir düşüncesi. Hatice hanımın hepsini çöpe dolduracağından şüphesi yoktu. Bazen misafirlerin getirdikleri kutulu pasta veya tatlıları bile çöpe atardı bilinmiş bir marka değillerse.
“Utanmamışlar koca cerrahın evine gelirken şu uyduruk şeyleri getirmeye. Kim bilir neler var bunların içinde!” diye söylenirdi. En pahalı yerlerde kalite aranmazdı. O yüzden pahalılardı zaten. Tıpkı kocasını bastığı şu restoran gibi. İdil’i lâyık görmüştü kocası orada zaman ayırmaya. Onca yıldır bir kez olsun onun için ayırmadığı vakti ve kaliteyi sunmuştu o kadına. Annesi babası olmayan, kimsesiz bir zavallı olarak görüyorlardı Suna’yı. Sanki cahil, bir kadın gibi. Eczacılık okumuştu Suna, annesi babası oldukça başarılı ve sevilen insanlardı üstelik. İnsanın bir ailesi olmaması onun ezilmeye müsait bir zavallı yapmıyordu. Almanya’da yaşamıştı ailesi evet önceden. Hatice hanımın kafasında canlanan şu “Alamancı” profiline uymuyordu o ve ailesi ama nedense yafta buydu. Türkiye’den Türk kültürüne yabancı bir kız. Türkiye’de doğmuş ve yaşamıştı o kırk kere de söylenmişti kadına. İşine gelmiyordu anlamak. Ölmül annesi babası hakkında konuşmaya dahi utanmıyordu.
Eczanenin önüne kadar gergin adımlarla gelmişti bunları düşünerek. Çocuklar onu kapıda görünce neşeyle el salladılar. İçeri girdi hemen. Tanıdık ve dost zilin sesi bile iyi geldi ona. Burası ve buradaki insanlar onun insanları ve dostlardı. Hayatta huzur bulduğu tek yeri son sekiz yıldır.
“Suna hanım hoş geldiniz merak ettik sizi!” dedi Firuze hemen.
“Merhaba, iyiyim merak etmeyin. Siz ne yaptınız?”
“Şey Sinan bey geldi dün!” dedi Doğukan. Firuze kaşlarını kaldırdı ona bakıp ama çok geçti.
“Ne istiyormuş?” dedi Suna sesi sertleşmişti hemen.
“Size bakmış, bir şey söylemedi!” dedi Doğukan hemen konu kapansın diye.
Omuz silkeledi Suna, “Şu arkadaki misafirhaneye yerleştim az önce. Bana istediğinizde kolayca ulaşabileceksiniz. Ben bir kaç gün daha ev arayışı ile vakit geçireceğim. Merak etmeyin diye uğradım.”
“Tamam!” dedi Firuze sevinçle, “Belki çıkışta uğrarız bir şeyler içer konuşuruz olur mu?” dedi sonra.
“Bu gün belki olmaz ama söz bir kaç gün içinde olur!”
“Anlaştık!”
Çocuklara veda edip ayrıldı eczaneden. Şimdi en yakın sokakları teker teker dolaşacak hem mahalleyi keşfedecek hem ilanlara bakınacaktı. Hangi yöne gideceğine karar vermedi önce, sola doğru yürüdü. Burası güzel ağaçlı bir sokaktı. Hep beğenmişti. Caddeye paralel boylu boyunca uzandığı için sonuna dek hiç gitmemişti. Bu gün oradan başlamaya karar verdi. Başlangıçta hayran hayran ağaçlara bakmaktan evlere bakmadığını farketti. Sonra binaların üzerlerinde olabilecek ilanları da taramaya başladı. Sokağın ortasına doğru giriş katında bir daire ilanı gördü. Önünde durup üzerinde yazılı telefonu aradı.
Daire o binada arka tarafta kottaydı ama üç odalı, iki banyolu büyük bir evdi. Teşekkür edip kapattı ve devam etti yürümeye. Öğleni geçtiğinde beş daira bakmıştı ama hepsi onun için büyüktü. Karnı acıkınca uzun sokağın bir alt sokağında bulduğu simitçiye girdi. İçerisi mis gibi susam kokuyordu.
“Sokak simidi mi? Sen gariban mısın kızım? Git pastaneden ne istiyorsan al! Nerede pişiyor onlar, ne katıyorlar içine belli mi? Sevgili Uğur Dündar yıllarca verdi televizyonlarda o fırınların halini!”
“Anneciğim şimdi öyle merdiven altı fırınlar yok. Simitçiler var her semtte!”
“Ay neyse ne! Sokak simidi istemiyorum!”
Kendin servis yap yerlerden biriydi burası. Hemen gidip kasada kendine bir simit ve ayran ödemesi yaptı ve tepsinini aldıktan sonra çıkıp masaların birine oturdu dükkanın önünde. Uzun zamandır simit ayran yememişti. Üniversitede en sevdikleri şeydi oysa. Okulun önünde sivil polis olduğu söylenen Dülger amcadan alırlardı. Adamcağız yıllardır orada simit satardı. Bir çok öğrenci de müşterisi olduğu için çoğunu adıyla bilirdi. Simit alan almayan herkes sabah okula gelince önce onunla selamlaşırdı. Ailesinin durumu iyi olmayan çocukları beller, onlara geçerken bir torbaya koyduğu simit ve ayranı verir sırtlarıına hafifçe vurup içeri yollardı. Böyle mezun olanlardan bir kaçını gidip onun elini öperken görmüştü. Ne güzel insanlar vardı bu hayatta.
Babaannesinin o küçükken anlattığı bir hikaye geldi aklına. Tam da hatırlamıyordu ama hatırladığına göre bir padişah kıyafet değiştirip halkın arasına girermiş. Onları dinler, şikayetlerini öğrenirmiş. Bunu yaparken de yanına muhakkak vezirini de alırmış. Bir sabah padişah veziri çağırıp, rüyasında İstanbul’un bir mahallesine gittiklerini gördüğünü söylemiş. Orada bir işleri varmış.
“Bizim oraya gitmemiz lâzım vezir! Ben rüyasını gördüm demiş!”
Vezir ne desin, değişmiş kıyafetleri gitmişler semte. O tarafa mı gitsek bu tarafa derken biraz yürümüşler, bir de bakmışlar yerde yatan bir adam. Ölmüş. Yanından insanlar yürüyüp gidiyor ama kimse kafasını çevirip bakmıyor bile.
“Bu nasıl iş vezir?” demiş padişah.
“Sultanım bu insanların bir bildiği olmasa cenazeyi yol ortasında bırakmazlar herhalde!” demiş.
Bu adam benim tebam. Kimse kaldırmıyorsa bu cenazeyi kaldırmak bana düşer demiş, Sırtından ceketini çıkarıp cenazeye sarmış ve sırtladıkalrı gibi camiye gitmişler.
Adamın yüzünü gören imam “Ben bu cenazeyi kıldırmam!” demiş bu sefer.
“Hayırdır nedir bu mahallenin bu adamla derdi. Yolun ortasına ölmüş kalmış kimse bakmıyor!” demiş padişah merakla.
“Siz bu adamı bilmezsiniz!” diye söze başlamış imam, “Bu adam mahallenin çarşısında ne kadar içki satılıyorsa hepsini alır içer, ne kadar sokak kadını varsa evine toplar götürür. Üstelik bir karısı da var! Mahalleli illalah etmiştir bu adamdan!”
“Neyse ne!” demiş padişah. Bu adamı birileri gömecek. Senle bizden başka kimse yok! Adam kaç saattir yatıyor o yolda bilinmez. Bir yol kaldıralım cenazeyi sonra gidip karısına haber verelim demiş.
İmam bu yabancı adamların cenazeyi kaldırmaya gönüllü olduğunu görünce bir şey diyememiş. Adamı soyup güzelce yıkamışlar, dualarını etmişler caminin bahçesinde bir yere gömmüşler. Bir de tahta parçası dikmişler.
(devam edecek)