Arkamı döndüğümde medyum ve yanında bir iki kişi daha bana bakıyorlardı.
“Bunlar benim arkadaşlarım,” dedi medyum, “kasaba da evleri var. Ben de buraya geldiğimde orada kalıyorum. Şimdi sizi o eve götürecekler. Ben de burda işim bitince geleceğim. Konuşuruz.”
İkisi kadın, biri erkek olan insanların kim olduğunu sorgulamadan kabul ettik söylenileni. Erkeklerden biri zaten kuş kadar olan Melike’yi sırtna aldı. Ayrıldık medyumun yanından.
Eve varana kadar kadın olanın adının Yasemin olduğunu öğrendim. Sonradan Yasemin abla demeye başlayacağım kadın, buralı değildi. İstanbul’dan arada sırada geliyordu buraya. Diğer ikisi yani Alper ağabey ile Ozan ağabey buralılardı. Şehirde büyümüşlerdi ama şimdi görevleri gereği yine buradaydılar. Kendileri öyle istemişlerdi.
İstanbul’da kız çocuklarını koruyan kollayan bir dernek gibi bir şeyden bahsettiler. Aslında bizim medyum bildiğimiz o kadın ki onun da adı Ayten’di, bunlara yardım ediyordu. Köy köy gezdiği için kızların durumlarından az çok haberi olabiliyordu. Onun da vardı bir hikayesi. Bizim gibi tanıştığı görüştüğü olursa yardım ederim diyordu en azından. Gerçi bizim yaptığımız gibi cesaret edip gelen çok olmamıştı ama yine de işe yarıyordu.
İstanbul’da bir yurtları vardı. Kızları oraya götürüp, elleri ekmek tutasıya koruyor kolluyorlardı. Okutuyorlardı da elbette.
“Ayten abla ile karşılaştığınız için şanslısınız.” dedi Yasemin abla o gün.
Bunun gerçekten bir şans olduğunu sonradan anlayacaktık ikimizde. Olmayabilirlerdi ama gerçekten güvenilir insanlardı. Bu da ayrı bir şanstı bizim için. Yoksa kaçıp kurtulacağız diye başımıza daha olmadık hikayeler gelebilirdi. Ne kadar çok şey yaşamış olursak olalım, ikimizde saf kızlardık neticede. İnsanların bize kötülük yapmak için kurulduklarını bilmiyorduk. Herkesi kendimiz gibi sanıyorduk belki de.
Yasemin abla bir kaç gün sonra Melike ile beni alıp, ilçeye götürdü. İlçe de onlarla birlikte çalışan bir doktor vardı. Melike’yi ve beni iyice muayene etti. Benim başıma bir iş gelmemiş olması ayrı bir şanstı. Melike’nin gerçekten rahmi alınmıştı. Bunun anlamı çocuk sahibi olamayacağıydı ama hayatı boyu hiç pişmanlık duyduğunu hatırlamıyorum onun yaşadıklarından sonra.
Ben de bir daha kimsenin ne nikahına, ne koynuna düşmedim. İstemedim. Melike iyileşti, bizi İstanbul’a yurda getirdiler. Bir yıl orada dershane eğitimi gibi bir eğitim alıp dışarıdan liseyi bitirdik önce, sonra üniversite sınavına girdik.
Ben psikoloji okudum, Melike’de öğretmenlik okudu ama atama istemedi. İkimiz beraber Yasemin abla gibi olmaya karar vermiştik. Bizim gibi olan kızlara yardım edecektik. Öyle de yaptık.
Üniversiteyi bitirince dernekte çalışmaya başladık. Derneğin ayakta kalması için bağış yapan çok insan vardı. Şehirden bakınca sanki bütün insanlar kızların, çocukların okuyup adam olmasını, kendi ayakları üzerinde durmasını istiyor gibiydi. Oysa gazeteler şehirlerde olan biteni yazdıkça, bunun başlangıçta sandığımız gibi çoğunluk olmayabileceğini anladık.
İşte o zamanlar demişti Melike, Yasemin abla ile sohbet ederken “Bizim oralara gelemişti Cumhuriyet daha, belki orta Anadolu’da bir yerlerde takılıp kalmıştı”.
Hoş şehirlerde bile şehirin genişlediği ama insanların paralarının yetmediği yerlerine de gelmemişti Cumhuriyet. Bu yüzden sosyete gibi anlaşılıyordu Cumhuriyetçi kadınlar. İyi giyimli, iyi eğitimli, mücadeleci ve donanımlı olanları bu tür görevler üstlenip, hemcinslerini koruyup kolluyordu çünkü.
Onların kendilerine maddi manevi yetişleri, özgüvenleri “sosyete” denilerek yıpratılmaya çalışıyordu belki de. Belki de bizim gibi varlıklarından haberleri olmayıp, bir hayatı nasıl değiştirebileceklerini bilmeyenlerin kullandığı bir yaftaydı bu. Melike ve benim için de söylediler sonradan. Sosyete, şehir kızı bunlar dediler. Sonra başlarımızdan geçenleri anlatınca şaşırıp kaldılar hepsi.
Dert çok kadın için bu ülkede, aslında köyde veya kentte olması çok farketmiyor bazen. Belki de köylere, kasabalara değil de, zihinlere Cumhuriyet gelmedi daha, ondan bu halimiz. Yine de ne olursa olsun, mücadele eden insanlardan olduk ikimiz de, öyle de kalacağız.
Kendimizden çok daha kötülerini yaşayan çocuklar gördük. Üstelik hepsi kız da değildi onların. Erkek çocukların başına gelenleri görünce, bazı şeylerin sırf kızların kaderi olmadığını anlamıştık ikimizde.
Zayıf ve güçsüze geliyordu ne gelirse, dahası da gelebilsin diye zayıf ve güçsüz kalınsın isteniyordu bir de üstelik. Nedeni, bahanesi çoktu bu çabanın. Tek ortak yanı niyetinin iyi olmayışıydı. Yoksa niyeti iyi olan da pek çok şey vardı elbette. İyilik güzellik diye yapılıp yine de güçsüzleştiren şeyler de.
Öyle ya da böyle, yarayla ya da bereyle biz kurtulmuştuk Melike ile, hayatımızı da bizden sonra gelenleri kurtarmaya adamıştık. Bir şeyler değişmediği sürece, birden çok şeyler değişmediği sürece, bizden sonra çok nesil yaşamaya devam edecekti belli ki başımıza gelenleri misliyle, eksiğiyle.
Başına bir şey gelmeyene, başımıza gelenin bıraktığı izleri anlatmanın mümkün olmadığını öğrendik bir de yıllar içinde. Üzerinden çok yıllar geçmesi Melike’nin rahminden kalan izleri silmedi oysa. O rahmin parçalandığında hissedilen acıyı da, rahimle birlikte parçalanan, ruhu, genç kızlık hayallerini de.
Gayrımeşru bir zorlama değil hocanın nikahı ile hatta bazen belediyenin nikahı ile bile yaşanıyordu benzerleri. Dedim ya aslında niyetti önemli olan. O niyete alet olanın suçu değildi yaşanılanlar.
Hep deniz yıldızının hikayesi gelir aklıma, aslında sosyal medyada gün içinde bile birden çok rastlayabileceğiniz kadar çok dillendirilen bir hikayedir. Okur geçer çoğu insan. Okuması ile unutması bir olur hayatın akışında.
Melike ile benim için çok önemlidir oysa, başımıza gelenlerin ve kurtuluşumuzun hikayesidir bizim için.
Bilmeyenler için bir kez daha paylaşayım haydi bilenler için ise bu defa farklı şeyler hissetmeleri ve bizi hatırlamaları için paylaşayım.
Bizler Ayten abla ve Yasemin ablanın denize yeniden fırlattığı o deniz yıldızlarıyız çünkü.
DENİZ YILDIZININ HİKAYESİ
Adamın biri sabaha karşı okyanus sahilinde, güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için sahile inmiş. Uzakta sahilde birini görür. Biraz yaklaştığında sahile vurandeniz yıldızlarını okyanusa atan bir çocuk olduğunu fark eder. Çocuğa yaklaşarak sorar:
-Deniz yıldızlarını neden okyanusa atıyorsun?
Çocuk der ki:
– Güneş yükseldi mi, sular çekiliyor. Onları suya atmazsam susuzluktan ölecekler.
Adam devam eder:
– Sahil kilometrelerce uzanıyor ve binlerce deniz yıldızı var, hangi birini atacaksın. Ne farkedecek ki?
Çocuk, adamı dinledikten sonra bir deniz yıldınızı daha okyanusa atar ve cevap verir:
– Bu deniz yıldızı için fark etti.
Adam, çocuğun yalnızca okyanus manzarasının keyfini çıkarmaya gelmeyip bir fark yaratmak istediğini anlar ve ona katılarak bütün sabahı okyanusa deniz yıldızı atarak geçirir.
Hiç bir deniz yıldızı kurumasın.
SON