Ali’nin kekemeliği annesinin ardından iyice artmıştı, artık sadece heyecanlandığında değil, sürekli kekeliyordu zavallı. Bu nedenle sessiz kalmayı tercih ediyordu. Fikriye öyle söylemişti Hatice’ye. Kocasının ölen karısının arkadaşını ağırlamaktan pek memnun kalmamıştı zaten. Aslında düşününce Hatice’de tuhaf bulmuştu yaptığını ama gelmişti bir kez. Aslında Ali’yi görmeye gelmişti, kontrol etmeye iyi mi diye.
İyi olmasa ne yapacaktı onu da bilmiyordu zaten. Bunların hepsini yeni gelinin karşısına oturduğunda akıl edebilmişti. Sanki o ana kadar çok normal bir ziyaretmiş gibi düşünmüştü nedense. Tıpkı önceden Gülser’e geldiği gibi, biraz oturup sohbet edecek, çocuklar beraber oynayacak sonra da kalkıp evlerine döneceklerdi.
Kısa süren ziyaret sırasında, Fikriye’nin oğlu da ayrılmamıştı Pınar ve Ali’nin başlarından.
“Senin arkadaşların da kendin gibi ezik herhalde!” demişti Pınar’ı baştan aşağı süzerek. Okulda bu tür horlamalara alışık olan Pınar ağzını eğip dönmüştü arkasını ama Ali’nin gücüne gitmişti üvey ağabeyi Mustafa’nın sözleri. Dönüp bir şey söylemek istedi ama kilitlendi dudakları o ilk harf bir türlü çıkamadı dudaklarından, şişti kaldı öylece.
“Oğlum şaka mısın sen ya daha iki çift laf edemiyorsun, al bu paçozu da başına çal!” deyip ittirmiş Ali’yi sonra da dönüp gitmişti oğlan.
Hırsından gözlerinden yaşlar inmişti Ali’nin. Hatice ziyaretin tuhaflığını anlayıp kısa tutunca dertleşememişlerdi iki çocuk.
“Beni unutma!” deyivermişti Ali bir anda hiç kekelemeden.
Son görüşmeleri olduğunu hiç düşünmeyen Pınar şaşırmıştı Ali’nin ağzından bir anda çıkan bu kelimelere.
“Unutmam!” demişti şaşkın şaşkın ve gitmişti annesinin peşinden.
“Bir daha Ali’lere gelmeyecek miyiz anne?” demişti yolda giderken.
Hatice hâlâ yaptığı davranışın tuhaf olmadığına ikna etmeye çalışıyordu kendini. Pınar’ın Ali’yi çok sevdiğini biliyordu.
“Ali halasının yanına gidecek bir süreliğine, babası orada okusun istedi. Mustafa zaten üniversiteye burada gideceği için onunla ilgili bir durum yok” demişti Fikriye gerine gerine. “Ali ile uğraşmak istemiyorum” da dese aynı tonlama ile söylerdi herhalde diye düşünmüştü Hatice.
Gülser’in bu kız ve karnında tutamadığı bebek için düşündüğü iyi niyetler gelmişti aklına. Göğsünün ortasına soğuk bir hançer gelip oturmuştu. Tıpkı Ali Rıza’nın hayatı kurtulduktan sonra bir daha kızını hatırlamaması gibi. Aslında gerçekten Pınar’ın babasının hayatta olduğunu bilmesini veya o uğursuz adamın lokmasının kızının boğazından geçmesini hiç istememişti. Kendine itiraf edemese de adamın kendiliğinden bir güzellik yapmasını beklemişti ama yine de galiba. Kızı diye olmasa bile, hayatını kurtaran biri olarak bir güzellik, bir teşekkür.
Fikriye’nin Gülser’e teşekkürü Ali’yi halasının yanına postalamak olmuştu. Ali Rıza gibiydi demek o da. Oysa Gülser Suat beye baskı yapmasa belki de adam evlenmeyecekti bile onunla. Gerçekten pişman olmuştu onunla yaşadığı ilişkiye. Yine de kadın tatlı gelmiş olmalı ki, hem karısının isteği ile evlenmiş, hem de oğlunu kız kardeşinin yanına yollamayı kabul etmişti bir lafıyla.
Pınar annesinin cevap vermeyişi üzerine tekrarladı sorusunu.
“Anne! Duymuyor musun? Ali’lere gitmeyecek miyiz bir daha?”
“Ali gidiyormuş zaten kızım” dedi Hatice boş bulunup kafasında düşünceler doluyken.
“Nereye?”
“Almanya’ya halasının yanına”
Demek o yüzden “Beni unutma!” demişti ayrılırken diye düşündü Pınar. Demek gideceğini biliyordu zaten o da ama o kadar kısa kalmışlardı ki konuşamamışlardı doğru dürüst. Aslında şu Mustafa denen çam yarması engel olmuştu konuşmalarına. Keşke Ali yerine o gitseydi Almanya’ya!
Böylece ölüm Hatice ve Gülser’i ayırdı, kader de Pınar ve Ali’yi. Pınar yıllar boyunca bir daha hiç haber alamadı Ali’den, annesi Hatice’de öyle. Yıllar Ali’yi geri getirmese de, Pınar’ı tıpkı annesinin gençliğinde olduğu gibi bir kuğuya çevirmişti ama.
Şimdi mahallenin bütün delikanlıları tıpkı Hatice’ye baktıkarı gibi bakıyorlardı Pınar’a. Hatice kızının kaderi kendisi gibi olmasın istediği için sürekli konuşuyordu onunla. Artık büyüdüğünü düşündüğü için ona babasını ve tüm hikayeyi anlatmıştı sonunda. Pınar o kadar sarsılmıştı ki gerçekleri duyunca, bir ay boyunca her gece ağlamıştı yatağında. Sonunda annesinin de desteği ile bu tramvayı atlatmış ancak mahalledekiler dahil, tüm erkeklerden uzak durma kararı almıştı.
Bir tek Ali farklıydı onun için hâlâ. Görüşememiş olsalar da onu hiç unutmamıştı. Bir kez annesinden rica etmiş, belki onu görürürüm umuduyla gitmişti kapılarının önüne ama kimseyi görememişlerdi. Annesi yaşlanıp hastalığı yeniden ilermeye başladıktan sonra onu ve annesini daha sık hatırladığı için bir kaç kez de kendi başına gitmişti apartmanlarının önüne. Elbette onun Almanya’dan dönüp dönmediğini bilmiyordu ama eğer arada bir babasının yanına geliyorsa diye umutlanıyordu yine de.
“Kızım belki Suat amcanlarda taşınmışlardır buradan” demişti annesi.
“Olsun anne, arada bir gidip bakmaktan ne çıkar ki?” demişti o da gülümseyerek.
Kızının kimseyle öyle derin bir arkadaşlığı olmadığını bilen annesi gülmüştü vefasına.
“Ne vefası anne! Ali’nin bana sözü var evleneceğiz biz!” demişti o da gülerek.
Pınar bilmese de, Ali’yi görmek için apartmanın çevresinde dolandığı günlerden birinde Mustafa görmüştü onu. Bir zamanlar Ali’nin ezik arkadaşı olan Pınar olduğunu tahmin edememişti tabi. Dünyalar güzeli bir kızın dikkatle bahçeye bakmasını farketmişti pencereden sadece. Onunla konuşmak için aşağı koşsa da yetişememişti kıza.
Sonra bir kez de eve dönerken görmüştü onun yokuşun başında, yine arkasından koşmuş ama o yetişene kadar kız bir dolmuşa binip uzaklaşmıştı.
Kızdan o kadar etkilenmişti ki onu görebilir miyim diye gözü sürekli yoldaydı artık Mustafa’nın. Annesine de bahsetmişti ondan. O kızı bulacak ve evlenecekti karar vermişti. Dünya üzerinden onun kadar güzel bir peri kızı daha olduğunu sanmıyordu. Fikriye oğlunun daha önce hiç bir kızdan böyle bahsettiğini duymadığı için meraklanmış, onun tarifine göre bir kız var mı diye haber salmıştı komşularına.
Mahalledekiler Mustafa’nın pek aklı selim bir çocuk olmadığını bildikleri için ciddiye almamışlardı bu çağrıyı. Öyle güzel bir kız varsa da zaten bakmasındı bu haytaya.
Günler geçtikçe Mustafa’nın takıntısı çoğalmaya başlamıştı. Annesine sürekli kızdan bahsediyor, bütüm gün bahçede kızın gelmesini bekliyordu. Suat bey çocukluğundan beri pek normal olmayan delikanlının bu hali için “Bir doktora mı gitsek?” dediyse de Fikriye oğluna toz kondurmamış.
“Ne var çocuk aşık işte!” deyip bastırmıştı adamı.
Üniversiteyi de bitirip babasının yanına dönen Ali bile yirmi bir yaşına gelmişken otuzuna merdiven dayamış Mustafa’nın tuhaflıklarının ergen bir çocuğa benzetilmesini anlamamıştı Suat bey ama karısının oğluna ne kadar düşkün olduğunu bildiği için üstelememişti. Mustafa’nın normal bir çocuk olmadığını evlendikleri ay anlamıştı aslında Suat. Ali’yi ondan korumak için göndermişti halasının yanına. Çünkü aynı eve girdikleri andan itibaren Mustafa fiziksel üstünlük kurarak ezmeye çalışmıştı Ali’yi. Zaten sessiz ve içine kapanık olan Ali’nin karısının istediği gibi bu evde sağlıklı bir şekilde büyümesinin mümkün olmadığını anlayınca, Almanya’daki kız kardeşini aramıştı adamcağız ve oğlunu göndermişti yıllarca okumaya.
(devam edecek)