Beni unutma! – Bölüm 1

Hatice ile Gülser’i arkadaşlıkları hastane koridorlarında başlamıştı. Tanıştıklarında, ikisi de kemoterapi görüyorlardı.

Hatice göğüs kanseriydi, doktorlar hastalığın pek çok örnekte olduğu gibi vücuda yayılmadığı için şanslı olduğunu söylüyorlardı. Teşhis konar konmaz, kızı için göz yaşı dökmüştü en çok. Pınar henüz sekiz yaşındaydı ve babası yoktu. Eğer Hatice’ye de bir şey olursa kimin yanına sığardı zavallı. Hatice’nin annesi babası  dört yıl önce vefat etmişlerdi. Şimdi kızıyla onlardan kalan evde oturuyorlardı. Başka da bir tutunacak dalları yoktu zaten.

“Hiç değilse çocuklarımızın sıraya katabilsek” demişti Gülser içini çekerek. Onun durumu Hatice’ninkinden daha kötüydü.

Mide ve bağırsakları sarmıştı illet, şimdi de kemiğe sıçradığını söylemişti doktorlar. Ellerinden geleni yapıyorlardı ama  insanlar gibi hastalıklarda çeşit çeşitti. Kimi kanser türü ağır ve sinsi bir şekilde yayılırken, kimi de acelesi varmış gibi oradan oraya geçip bitiriyordu  ömürleri. Gülser’inkinin daha alacağı çok canı vardı ki bir an önce bitirmek istiyordu işini.

Hatice’nin anne ve babası terziydiler. Karı koca yıllarca civarın en bilinen terzilerinden olmuşlardı. Hatice’nin bir gün  hayata tek başına tutanmak zorunda kalacağını düşünmedikleri için onu mesleğe bulaştırmamışlar, torunlarına bakmasının yeterli olduğunu düşünmüşlerdi. Onca bilinmiş terzi olmalarına rağmen bir ömürde yapabildikleri başlarını sokabilecekleri bu ev ile bankada bir parça paradan başka bir şey olmamıştı onların da. Pınar doğup bir kaç yıl sonra bu illet hem annesini, hem babasını sırayla alınca Hatice onlardan kalanlar ile yapabildiğince devam etmişti işlerine.

“Yeteneğin varmış demek ki” demişti Gülser dinlerken.

“Varmış demek  ki!  Ben de şaşırdım aslına bakarsan, zaten olmasaymış küçücük kızla ne iş yapardım bilmiyorum.”

“Pınar’ın babası destek olmuyor mu peki size? Nafaka falan?”

Güldü Hatice arkadaşının bu yorumuna, o da herkes gibi Hatice’nin evlenip ayrılmış olduğunu  düşünmüştü babasız bir çocuk sahibi olunca. Hikaye hiçte öyle değildi.

Hatice çok güzel bir genç kızdı. Mahalle de peşinde dolanmayan yok gibiydi. Allah var rahmetli anne babası da öyle bağnaz, sıkı insanlar değillerdi. Makul sınırlarda kalacak arkadaşlıklara ses çıkarmazlardı. Gençlerin birbirlerine zarar vermeden tanımalarında bir yanlış görmüyorlardı.

O zaman ki esnaf odası başkanı onların sokağında oturuyordu. Oğulları Ali Rıza’da Hatice’nin peşinden ayrılmıyordu. Allah için çok yakışıklı çocuktu Ali Rıza’da, hani sokakta yürüdüğünde, bakanın bir daha baktığı türden.

Mahallenin bu en yakışıklı delikanlısı ile en güzel kızı arasında bir aşk başlaması da herkesçe normal sayılmış, tasdik edilmişti elbette. Hatice saf bir kızdı. Mahallenin “Evlenecek bu çocuklar muhakkak, birbirleri için yaratılmışlar!”  demesini sahi zannederek güvenmişti Ali Rıza’ya.

Ancak  hamile olduğunu  anlayınca değişmişti işin rengi. Ali Rıza Almanya’da yaşayan kuzeni ile eveneceklerini, çocukluklarından beri ailelerinin bunu planladıklarını söyleyivermişti birden bire.  Hatice ne yapacağını bilememişti bu cevap üzerine. İşin doğrusu evlilik lafını Ali Rıza’nın ağzından hiç duymamıştı daha önce ama etrafın söyleyip yazdığı peri masalına inanmıştı nasıl olmuşsa.

Ali Rıza tarafından terkedilince, koşarak annesine gitmiş ve olan biteni anlatmıştı ağlayarak. Çoğu aile kızlarının erken yaşta düştüğü böyle bir hatayı affedilmez bulurdu ama sahip çıkmıştı Hatice’nin anne ve babası kızlarına. Düşündükleri makul sınırların çok ötesine gemişti Hatice ama bir hata yapılmıştı zaten, şimdi bu hatanın üzerine bir hata da onlar yaparlarsa kızlarının hayatını bitireceklerini biliyorlardı.

“Kimseye kurban edilecek kızım yok benim” demişti Hatice’nin annesi onları kınayanlara cevap olarak. Eli günü umursamamışlar, onları eleştirenlere de kapılarını kapatmışlardı.

Bir kaç aydır adetten kesildiği için test yaptırmayı akıl edip hamile olduğunu anlayan Hatice’yi alıp bir doktora götürmüşler. Üç ayı geçtiğini öğrenince de, babaso kim olursa olsun kızlarının rahmine düşmüş torunlarının canına bir zarar vermek istemedikleri için;

“Doğur kızım, Allah’ı izniyle hep birlikte büyütürüz” demişlerdi.

Hayat umdukalrı gibi gitmemiş, Pınar ismini koydukları dünya güzel torunlarını ancak dört yıl büyütüp sevebilmişler, karı koca sözleşmiş gibi peşpeşe gitmişlerdi cennette.

“Keşke onları dinlemeyip, doğurmasaydım diyorum bazen” demişti Hatice Gülser’e anlatırken.

“Öyle deme Allah’ın gücüne gider,  bak ne güzel bir evladın var” demişti hüzünlenip Gülser.

“Kızımı çok seviyorum Gülser ama bak dünyaya  getirdiğim cana sahip çıkacak kimsem kalmadı, ben de gidersem kalacak öylece ortada.”

“Allah korusun, bak sana söz veriyorum, sana bir şey olursa Pınar bana emanet kardeşim!” dedi Gülser, ağlayarak. İki kadın sarılıp ağladılar birbirlerine

Gülser’in bir kocası, bir de oğlu vardı. O yüzden Ali de bana emanet diyememişti doğrudan Hatice ama arkadaşına bir şey olursa ne yapabilirse yapardı o da Gülser’in oğlu ve ailesi için.

Ali, Pınar’dan üç yaş büyüktü. Hastanede dostlukları ilerleyince Gülser bir gün oğlunu da alıp Hatice’lere gittiğinde tamışmışlardı iki çocuk. Zaten sessiz bir çocuk olan Ali, Pınar’ı görünce heyecanlandığı için kekelemeye başlamıştı doğrudan.

“Heyecanlanınca oluyor” demişti annesi gülerek. Pınar’da gülünce Ali iyice utanmış hiç konuşamamıştı bütün gün. Pınar’ın düşmekten kabuk üzerine kabuk bağlamış dizlerine, çilli yüzüne ve dağınık saçlarına rağmen etkilenmişti ondan.

Bir sonraki görüşmeleri de  Hatice’nin Pınar’ı alıp onlara gitmesiyle gerçekleşmişti. Böylece anneleri arasında bir hastane koridorunda başlayan dostluk sayesinde, iki çocuğun arasında da bir bağ kurulmuştu. Anneleri dertleşirken onlar da birbirlerine kendi dertlerinden bahsediyorlardı.

Ali’nin kekeme olması arkadaşlarının onu dışlamasına neden oluyordu. Bu durum onun stresini daha da arttırıyor, okulda kekelemeden konuşması mümkün olamıyordu. Pınar’da çilleri ve yaramazlıkları yüzünden okuldaki kızlar tarafından pek sevilmiyordu. Aslında o yaramaz değildi sadece erkeklerin oynadıkları oyunları oynamayı seviyordu. Bu nedenle pek çok erkek arkadaşı onun bir kız olduğunu unutmuşlardı bile. Ne zaman maç yapacak olsalar ona da haber veriyorlardı gelmesi için. Pınar elbette bu maçlarda oynamak istiyordu ama aynı zamanda kızlarla da takılmak istiyordu.

Bir gün koşa koşa eve gelmiş ve annesine okulda nihayet kızlarla bir oyun oynadığını anlatmıştı heyecanla. Kızının bunu ne kadar çok istediğini bilen Hatice çok mutlu olmuş “Ne oynadınız peki?” demişti sevinçle.

“Erkeklerle birlikte kızları kovaladık!” demişti Pınar aynı heyecan ile gülümseyerek.

Hatice gülse mi ağlasa mı bilememişti kızının bu cevabı üzerine.

“Düşünsene,” demişti Pınar’da Ali’ye anlatırken, “Kızlar beni erkek, erkeklerde kız sanıyor. Böyle giderse büyüyünce kimseyle evlenemeyeceğim ben!”

“Merak etme ben seninle evlenirim.” demişti Ali kekeleyerek.

“Sahi mi?”

“Tabi sahi, zaten benimle de senden başka kimse evlenmek istemez emin ol!”

İki çocuğun aralarındaki güven bağı da kurulmuştu böylece. Artık onlar birbirlerini hayatın tüm zorluklarına karşılık birlikte göğüs gerekecek bir dayanak olarak görmeye başlamışlardı. Tıpkı anneleri gibi.

Hatice’nin durumu iyiye giderkeni ne yazık ki Gülser’in hastalığı hızla ilerlemeye devam ediyordu. Bu nedenle Pınar’lara sık gelemez olmuşlardı. Fırsat buldukça Hatice Pınar’ı alıp onlara gidiyordu.

(devam edecek)

Hep mutlu ve sağlıklı kalın ❤️

Gülseren Kılınç

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s